Her şey hikaye...
- Birol Öztürk

- 31 Mar
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 May


Devir, tüm şiddetiyle 1990’lardı… Yıllar önümüzde sıralıydı, sıradağlar gibi… Dipçik gibi bir üniversite öğrencisiyim ve gençliğin doğası neyi gerektiriyorsa öylesi hâllerdeyim.
Asi ve maviydik
haddinden fazla beyazdık
Saçlar uzun… Omuzlarımdan aşağı akıyor, haddinden fazla siyah ve sakallarım Che’nin sakalları gibi çıkıyor, haddinden fazla seyrek ve uzun. Siyah deri ceket içine balıkçı yaka kazak giyiniyorum, gri haroşa… İlla ki kot ve illa ki postal… “Camel Trophy” marka, deri kordonlu saat takıyorum sol bileğime ama Allah’ına kadar çakma… Kordonundan kadranına kadar çakma ama tam ruhuma dair; çakmalığı, sahteliği değil, biçimi, dizaynı, konsepti ruhuma dair yani… Kol saati o devirde çok mühimdi, zamana dairdi, zamaneye dairdi, zamanda varlığın ispatı gibi bir şeydi… Yani benim için öyleydi…
Kombinim buydu… Böyleydi yani…
Bir de yoksulluğu zengin öğrenci evi… Bir de ve de illaki kitaplarım…
Kitaplarıma iyi bak
olur mu
Kuşları yemsiz
denizi türküsüz
beni, bir başıma koyma
Okulla ev arası otobüsle kırk beş dakika, dolmuşla yarım saat falan… “Ha kırk beş dakika ha yarım saat, çok bir zaman kaybı değil on beş dakika, yıllar önünde sıradağ olanlara“ desen de otobüs dediğin dolmuşun neredeyse yarı fiyatıydı ve “yetersiz bakiye” hayat standardımızın makam aracıydı otobüsler, yarı fiyat avantajından mütevellit.

Bunlar, otobüsler, kaportası kırmızı beyaz boyalı, orta yeri körüklü, efsane araçlardı ve şehirden binince “son durak” kampüsün nizamiye kapısıydı.
İllaki belediyeye aittiler.
“Belediye Halk Otobüsü” ydü adı ama “öğrencilik” sanki dışındaydı bu “halk” algısının. Böyle geçici, arafta, sınıflı toplumda iki sınıf arasında kalmış gibi bir şeydi öğrencilik. O nedenle de bu otobüslerdeki yeri de tartışmalı konuydu anlayacağın.
“Hava kurşun gibi ağır” soğuktan insanın sesi donuyor… Ev arkadaşıma “arkası yarın” tadındaki rüyamı anlataraktan durağa yürüyoruz. Ders kitaplarım ve ajandam koltuk altımda, Abdülkadir Konuk ‘un “Gün Dirildi” si deri ceketimin sağ yan cebinde… Sağ yanımda ki, her fırsatta tabanca çeker gibi çekip okuyabileyim…
“La oğlum senin şu rüyalar da Brezilya dizisi gibi” diye tiye alırdı arkadaşım, Hasan. Alırdı ya, kulak kesilip dinler, tüm ayrıntıları isterdi. Ben de tüm ayrıntıların ayrıntısına kadar hatırlar hebele hübele anlatırdım. Öyle olunca zaman hızlı geçer, yol çabuk biter, ayazı hissetmezdik.
Öğle bir geçti ki zaman
ve tükendi ki aman
Otobüs geldi… Tıklım tıklım yine… Ağırlıklı öğrenci olsa da yaşlısı genci, kadını erkeği “memleketimden insan manzaraları” da yerli yerinde… Uyduk “arkalar boş, ilerleyi virin gali” diyen hazirundaki şoföre… Orta yerdeki “otomatik kapı” yanında, sağ omzumu cama dayayıp, illaki ayakta başlıyor günün ilk kırk beş dakikalık yolculuğu…
Otobüse bindiğin anda herkes kaderini yaşar aga. Yer bulan oturur, bir kuytu bulan dikilir. Otobüste, arkadaş kıyağı olmaz yani. O nedenle de Hasan nerde, ben nerdeyim çok mühim değil.
Kanla, gözyaşıyla sulandı tohum
Yeni umutlar ektim bahçeme
Güne ferman çıkarıldı
ölsün diye
Umulmadık bir günde
"Gün Dirildi" çocuğum
Sağ cebimdeki kitabımı on dörtlüyü çeker gibi çekip başlıyorum okumaya. Keza son kırk beş dakika ve kitap okumak için kırk beş dakika hiç de azımsanacak, küçümsenecek bir zaman değil.
Mır mır mır okuyorum, severek, bayıla bayıla okuyorum… İyice dalmışım, dalıp gitmişim kitaba… Neden sonra, çember sakalına kırlar düşmüş, başı baklava desenli kavuklu, göbeği büyük, şalvardan hâllice kumaş pantolonlu ve yaşı belirsiz, yaşı muamma bir adamın bana nefretle bakarak bir şeyler dediğini fark ediyorum.
Derin bir kuyudan yahut bir havuzun dibinden yüzeye çıkar gibi ayrılıyorum kitaptan, Gün Dirildi’den ve üzerime mıh gibi çakılı, çapaklı o gözlere bakıyorum.
“Pislikler” diyor.
“Teröristler” diyor.
“Hep sizin yüzünüzden” diyor.
Hatta bir ara “PKK’lı“ da dedi.
Sırf, dış görünüşüm ve kitap okuduğum için diyordu bunları ve beni hayatında ilk defa görüyordu, ben de onu…
O ara otobüs bir durakta durdu. Otomatik kapı “tısssss” layarak açıldı. Şeytan “tut yakasından, çak burnuna kafayı, at dışarı” dedi ama biz “halk çocukları”ydık. Yaşa, başa hürmet eder, taşa oturmazdık.
Aradan onar onar yıllar geçti ve hep pişman oldum; o gün, o yobazı o otobüsten atmadığıma. Atsaydım belki emsal olacaktı, örnek olacaktı birilerine de ve son durağı üniversite kampüsü bir otobüste kitap okuyan, doğasının gereği gibi yaşayabilen gençler…
Neyse…
Her şey hikâye…













Yorumlar