Yollar Çamur Hava Ayaz Ne Olur Ne Olmaz...
- Osman Kademoğlu

- 14 Eyl
- 8 dakikada okunur
“Bu olayın yaşandığı zamana ben yetişmedim ama bana anlatıldığı gibi ben de sizlere anlatıyorum. Aradan neredeyse 80 yıl geçmiş, o günün toplumsal ve fiziki ortamını, yaşayan karakterleri, zamanın görgü, terbiye ve hitap tarzını yansıtacak bir anlatımla ve unutulmuş bazı ayrıntıları ekleyerek hikâye tadında yazmaya çalıştım. Nafi bey ve Numan çavuştan başka hikâyede adı geçen herkesi çocukluk ve gençlik çağımda tanımak bana nasip oldu, bu erdemli insanları sevgi ve rahmetle anıyorum.”O.Kademoğlu

1930’lu yıllardan bir yılda eski takvimde karakış (aralık ayı) çıkmış zemheri (ocak) gireli bir hafta ya olmuş ya da olmamıştı yazdan tedarik odun kömür kabuk ne varsa apansız bastıran soğuklarda yakılmış daha kışı yarılamadan mahrukat (yakacak) tükenmişti. Bolaman dağlarında kesilecek ağaç çoktu ama sağlam adamı satlıcan eden ayazda bileklere kadar çıkan balçıkta, bele kadar karda dağa çıkıp odun kesmek kolay değildi. Dağda yalnız gezene kurtların saldığı söyleniyor, oduna giden bir baltacının eşeğine arkadan yaklaşan kurdun hayvanın kaba etinden “aha bu gada” et kopardığı sanki oradaymış da görmüş gibi anlatılıyordu. Sırtında çapraz çifte, belinde nagant (tabanca) olmadan yiğitlenip oduna gitmek olacak iş değildi, odun kesecem derken baldırı bacağı kurda yedirmek dahası tatlı canından olmak bile vardı. Zemherinin girmesiyle mübarek hava sanki takvimle sözleşmiş gibi birden soğudu. Odayanı’da Bahriyeli Mustafa’nın kahvesindeki Ebüzziya takvimine bakarsan sarıbuz fırtınasının eli kulağındaydı. Gökyüzü öyle bir karardı ki denizin grisi bulutun kurşunîsinin yanıında mahcup oluyordu. Karadeniz soğuktan buz kesen kara toprağa nisbet inadına ılık ve kıpırtısızdı. Her Pazartesi Bâki reisin, Çıtıl Aptulla’nın takaları Fatsa’ya yolcu taşıyordu ama kış kıyamette denizin bu kadar sessiz durmasından reisler işkilleniyor “habu sakinliğin peşinden mutlak bir oyun çıkar” diyor bu çekinceyle havayı gözlüyorlardı. Karayoluna gelince Yalıköy Kale Fatsa arasında çalışan eski otobüsten başka vesait-i nakliye (taşıma aracı) yoktu o da günde bir bilemedin iki sefer yapıyordu.
Kale’de sabah erkenden Fatsa’ya kalkan takaları ve Yalıköy’den gelen otobüsü kaçıranlar çaresiz 9 kilometre yolu tabana kuvvet yayan veya atla gidecekti. Bolaman’da birçok ailenin atı vardı. Bu atlarla mevsimine göre fındık odun alaf mısır çekilir, yayla mevsiminde yatak yorgan sandık yüklenir yaylaya çıkılırdı Cinsi soyu belli koşuya yetenekli atlara yük vurulmazdı, binek olarak saklanır gün gelir süslenir gelin atı olur, gün gelir milli bayramlarda yapılan yarışlara katılırdı. Kadınlar haşarı olmayan yumuşak huylu munis atları tercih ederlerdi. Demem odur ki o zamanlar at insanın en sadık yoldaşıydı. “At avrat pusat” özdeyişi henüz unutulup efsane olmamıştı. Daha 20 yıl önce Kurtuluş savaşında düşmanı Afyon ovasından Akdeniz’e kadar ve hiç durmadan on gün kovalayan süvari kolordusunun öyküleri anlatılıyor, güneşte parlayan çelik kılıçlarıyla yağız çehreli askerler ve toz bulutu içinde koşan atlar rüyalara giriyordu. Kimi uzun bacaklı sağrısı dolgun başı dik Türkmen, Çerkes, Gürcü, Arap atları, en çok da dayanıklı munis bodur Anadolu atları, al, doru, demirkır, siyah, kuzguni, kızıl, kahve, sarı ve duru süt beyazı, kuyrukları yeleleri uçuşan, rahvan, ılgar, dörtnal, tırıs koşan, kimi delimşek, kimi asabi, huysuz ve durduğu yerde taş avuçlayan eşkin atlar. Beyiyle köylüsüyle varsılıyla yoksuluyla Bolaman halkının yoldaşı. İşte o yıllarda Kale’de atlara hizmet veren iki nalbant dükkânı vardı Cuma günleri çarşıda toynaklara nal çakan çekiç sesleri yankılanırdı.
Günlerden pazartesiydi, Fatsa pazarına Bolaman’dan, Yalıköy’den, Medrese’den, Yassıbahçe’den, Güğercinlik’ten, Yenipazar'dan, Buharı'dan, Sarmaşuk'dan, Gavraz’dan, Zavu’dan, Meşebükü’den, Kumru’dan, Korgan’dan, Yavaş’tan, Kabakdağı’dan yüzlerce atlı gelmişti. Çarşıya varmadan Sülükgölü’nden bu yana Reşadiye caddesinin iki yanında araları sık ve seyrek akasya dut gürgen ve ıhlamur ağaçlarına ve dükkân önlerinde kurulu kütük çatmalara atlar bağlanır başına kıl dokuma yem torbası geçirilirdi. Attan inen ayakları uyuşmuş köylüler bir süre sanki bacakları dizden aşağı bileklere kadar eğri çarpık ve iç bükey Cengiz hanın Moğol askeri gibi paytak yürür anca ikiyüz adım ilerdeki çarşıya varınca üzengide oturmaktan yumulup kısalan bacak kasları açılır uzar, insanlar yeniden şehir adamı gibi yürümeye başlardı.
Kale’de caminin sağ yanında konak yavrusu evinde oturan Nafi Hazinedar Bey birkaç haftadır alış verişe gidememiş evde ocakta erzak tükenmiş Fatsa’ya gitmek farz olmuştu. Sabah kızların hazırladığı sıcak sütle, ayva reçeli ve tereyağı sürülmüş kızarmış ekmekle kahvaltı eden Nafi bey eşi Nesibe hanımın “etme bey gitme bey, yollar çamur, hava ayaz, ne olur ne olmaz, hamd olsun aç açık değiliz, Bolaman bizim evimiz, hısım akraba hepimiz, tel dolapta anbarda kalan erzakla bir zaman daha idare ederiz” demesine kulak asmadı bu kere mutlaka çarşıya gitmeye karar vermişti. Günlük yaşamında sonu bellisiz işlere hiç itibar etmeyen, şurdan şuraya en küçük macerayı göze almayan, karıncayı incitmeyen, kanayaklı (halim selim), müemmen ve sağlamcı, Kale’nin en hatırnaz en uysal adamı Nafi beyin o gün nasılsa yiğitlik damarı tutmuştu, belki de hayatında ilk defa Nesibe hanımı dinlemedi, yanına kâhya Kadem Şükrü’yü alarak ve atın terkisine iki büyük sepet, bir kalaylı bakraç bağlayarak Fatsa yolunu tuttu.

Fatsa’ya varınca ilk iş Yalıkahve’de soba başında çay içerek ısındılar. Sonra Takıl (tahıl) pazarında pazara mal getiren köylü kadınlara laf yetiştirip şakalaşarak, üç beş kuruş pazarlık ederek yumurta tereyağ soğan, patates, pezük, pancar (kara lahana), çalı fasulyesi, mektepliler pazarından Belkıs, Muazzez ve Ahmet (Nafi beyin çocukları) için defter kırmızı kaplama kağıdı ve etiket, kurşun kalem, mürekkep, hokka, çocuk haftası dergisi ve geçmiş yedi günlük Cumhuriyet gazetesi.. Güvenkaya bakkaliyesinden zeytin, kesme şeker, tuz, zeytinyağı, makarna, beyaz un, pirinç, bulgur, kuru fasulye, nohut, mercimek ve tulum peynirini sepetlere heybelere doldurarak oradan da Nesibe hanımın makara iplik, patiska, tülbent, sof, sutaşı, ören bayan yün çilesi, fermuar gibi tuhafiye siparişilerini almak için Sofu Tahsin’in (Tahsin Altıntaş) dükkânına ve en son Kanaat eczanesine uğrayıp sülfato, aspirin, kara melhem, buğu septil ve hidrofil pamuk alarak atların yanına döndükleri zaman vakit ikindiyi bulmuştu. Onlar alış verişle oyalanırken hava karlamış inceden başlayan kar artan rüzgarın etkisiyle tipiye dönmüştü. Nafi bey o gece Fatsa’da kalmayı fırtına durunca Kale’ye dönmeyi aklından geçirdi ama kendisinden haber alamayan Nesibe hanımın nasıl meraklanıp korkuya kapılacağını acap “Nafi beyin başına kötü bir hal mı geldi” diye dizini döveceğini gece gözüne uyku girmeden sabahı edeceğini ismi kadar iyi bildiğinden o sabah üstüne uğrayan yiğitlik ilhamını sonuna kadar kullanmaya, gözünü karartıp karda tipide yola çıkmaya karar verdi.
O saatte Kale’ye Yalıköy’e kalkan son otobüs ve iskelede bekleyen son motor çoktan gitmişti. Toprağa belenerek büyümüş doğanın rahmetini de zahmetini de yaşamış görmüş köy çocuğu Kadem Şükrü bu fırtınada yola çıkarlarsa başlarına geleceği köylü önsezisiyle kestiriyordu, gitmeye hiç gönüllü değildi ama beyin sözünü dinlememek olmazdı. Nesibe hanımın sabah sırtını sıvazlayarak, arkasından dualar okuyarak kendisine emanet ettiği Nafi beyi dönüş yolunda yalnız bırakamazdı. Halı heybeleri, sepetleri, kalaylı bakracı atların terkisine yüklediler, boyun atkılarını başlarına doladılar, Rugan eyerli gümüş kantarmalı atlara binerek yola koyuldular. Reşadiye caddesinden el ayak çekilmiş ağaç dalları, evlerin kiremitleri kar tutmuş ağarmıştı, iki atlı Sülükgölü’nü geçtiler Bolaman şosesine çöken tipinin içinde gözden kayboldular…
Nesibe Hanım pencerenin önünde sedirde oturmuş tığ işi örgü perdeyi aralamıştı dışarda lapa lapa kar yağıyordu, Odayanı’da sokakta kimse yoktu, Fatsa’dan gelecek otobüsün yolunu bekliyordu. Nafi bey o sabah Kadem Şükrü’yle birlikte atla Fatsa pazarına alışverişe gitmişti. Ancak öğleden sonra yoğun kar yağışı başlayınca atları Fatsa’da bırakıp denizden motorla veya Yalıköy otobüsüyle Kale’ye geleceğini düşünüyordu. Vakit akşama dönerken hala dönmeyen Nafi Bey; Fatsa’dan gelen Bâki reisin ve Çıtıl Aptulla’nın takalarından da çıkmadığına göre son ihtimal Yalıköy otobüsünde olmalıydı. Eşini bekleyen Nesibe Hanım gül ağacından 99 luk tesbihle kimbilir kaçıncı kere ya sabır çekiyordu. En nihayet beklediği otobüs Devrent boğazını döndü, sadece şoför tarafındaki cam sileceği çalışan otobüsün üstü karlarla örtülüydü, karoserinde yeni yazıyla Medrese Yalıköy Fatsa yazıyordu. Karda iz bırakarak ilerleyen otobüs yavaşladı Meletoğlu Osman dayının yere konmuş kuş yuvasına benzeyen dik üçgen çatılı, dörtköşeli küçük dükkânının arkasında durdu. Arka kapı açıldı ilk çıkan muavin aceleyle elindeki takozu tekerleğe yerleştirdi, buz tutmuş demir basamaklardan otobüsün üstüne çıktı, birikmiş karları açaladı, yükleri çözmeye başladı ağzı büzülüp bağlanmış torbalar, telis çuvallar, yayvan ve uzun kulplu sepetler, üstü peştemalla örtülü heyler, tahta yayık, kalaylı kazan, boyalı beşik ve ellerinde bohçalarla, hasır zembillerle Bolaman yolcuları bir bir otobüsten indiler.
Bozlakoğlu Abdullah, Hami bey, Osman dayı, Yanuk Sali, Hikmet bey, öğretmen Osman Şerefoğlu, nahiye müdürü, Coşkunoğlu Ömer, Yerebasmaz Hafız Mehmet, Dursun Ekiz, Gedenoğlu Sami, Depelioğlu Ahmet, Lâleliden Kartherif ve Çamurali.
Her bir yolcu indikçe adamları sayan Nesibe hanımın ümidi eksiliyordu. En son Bolaman yolcusu da otobüsten indikten sonra muavin kol demirini bir iki çevirerek motoru çalıştırdı otobüs hırlayarak Yalıköy yönünde hareket etti, heyhat Nâfi bey gene yoktu.
Nesibe hanımın perdeyi tutan avucu açıldı, perde elinden kurtuldu pencere örtüldü. Örtülen perdeyle sokaktan içeri odaya yansıyan kar aydınlığı da kayboldu. Sobanın kızıl alev ışıması ve odun çıtırtısı artık Nesibe hanımın içini ısıtmıyordu. Şimdiye kadar başına hiç böyle bir şey gelmemiş, nikâhlandıktan beri zevci (kocası) Nâfi beyden hiç habersiz kalmamıştı. Acep ne olmuş da Nâfi Bey gelememişti? Diyelim ki gelemedi, Fatsa’da geceleyecek olsa ne yapar ne eder Kale’ye dönen biriyle kendisine haber uçururdu. İki elini dua eder gibi oyalı yemeniyle çevrili pembe yanaklarına götürdü durdu yavaşça “İnnallahu mâ sâbirin” diye mırıldandı sonra kızlara seslendi “gız bi sade kahve yap bu gece sabırla duayla işimiz var Fatma ablana (Fatma Şimşek), Pakize’ye (Cinci Mehmet’in eşi) haber gönder hanım seni istiyor gelsin dedi dersin”.
Nesibe Hanım mutbakta ocak başında yemek pişiren aşçı Bahtiyar ablayı çağırdı, çarşıya koşturdu az önce Fatsa’dan dönen Kalelilerden Nâfi beyi gören, haberi olan varmı diye sordurdu. Evet; beyi Fatsa’da çarşıda Takıl’da görenler, hal hatır sorup iki laf edenler vardı ama ne zaman geleceğini nerede olduğunu bilen yoktu. Nesibe hanımı bir telaş aldı Nâfi Bey ve Kadem Şükrü resmen kayıptı.
Nâfi beyle Kadem Şükrü’den haber alınamadığı kulaktan kulağa Kale’ye yayıldı. Haber kahvede konuşuldu fikir yürütüldü adamlar tipide yolu şaşırıp kaybolmuş Allah korusun bir köşede buymuş kalmış olmasındı. Akşam yakındı karakola haber salındı, böyleyken böyle diyerek durum başçavuşa anlatıldı, karakolda yazıcı asker daktiloyla saman kâğıda zabıt tuttu. Karar: Kendilerinden haber alınamayan vatandaşları aramak için Fatsa yoluna devriye çıkarılacaktı.
Karakol kumandanı Numan çavuş hazırlık yaptı, yanında tüfekli iki askerle, cebinde uzun huzmeli el feneri ve boynunda asılı beylik (devlet malı) dürbünle at binerek Fatsa yoluna çıktılar. Bolaman’dan Goloğ Mehmet, Dursun Şimşek ve Çavuş Fadime’nin kocası Muzaffer de jandarmaya katıldılar. Vakit akşama yakındı hava kararıyor ışık azalıyordu.
Devriyeler Çalışlar ırmağını geçip mezarlık kulağına varmışlardı ki yolun ilerisini kolaçan eden Numan çavuşun dürbününe bir görüntü ilişti uzakta baştan ayağa kar tutmuş iki atlı geliyordu. Atlıların varlığı şoseyi ve mezarlığı örten kar perdesinin içinde hayal meyal zar zor seçiliyordu. Öndeki atın üstünde başı öne doğru eğilip atın boynuna uzanmış adam iki kolunu omuz başlarından yukarı kaldırıyor sonra aceleyle indirerek ellerini atın sağrısına vuruyor, zeybek oynar gibi ya da büyük bir kuşun kanat vurması gibi sürekli çırpınıyordu, bu hareketi yaparken bir yandan da özengideki ayaklarıyla habire atı topukluyordu. Dürbünü gözlerinden ayıran Numan çavuş “ADAM IMDAT İSTİYOR!” Diye bağırdı.
Beyaz atlılar belki de soğuktan donmak üzereydiler. Numan çavuş “haydi arkadaşlar” diyerek atını topukladı. Devriyeler yer yer bineklerin oyluklarına kadar yükselen karları dağıtıp tozutarak atlarını sürdüler imdat çağıran adamların yanına vardıklarında beyaz atlıların tipide kaybolan Nâfi beyle Kadem Şükrü olduğu anlaşıldı. Atların yeleleri, kuyrukları, adamların saçları, kaşları, bıyıkları buz tutmuş, soğuktan eli yüzü solmuş dudakları morarmıştı, tir tir titriyorlardı. Atların burnundan çıkan sıcak nemli soluk buhar olup göğe yükseliyordu.
Nâfi bey buymuş buz kesmişti, soğuk gırtlağına kadar işlemişti sesi zor duyuluyordu. Numan çavuş beyin ne dediğini işitmek için attan indi yaklaştı, Nâfi bey “komutan niye zahmet edip geldiniz biz geliyorduk” demesin mi!
Meğer imdat ister gibi kollarını sallaması, hayvanın sağrısına pat pat vurması hem atı yürütmek hem de ısınmak içinmiş (!)
Yaşadığı, duyduğu her olaydan ya bir mizah ya bir nükte çıkarmayı bilen Goloğ Mehmet neşelendi, sesli sesli güldü “merak etme bey buradan öteye yol yakın Kale’ye vardın say, gece yarısı olsa ablam hamamı yaktırır seni ısıtır” dedi.
O gün ikindi vakti Fatsa çarşısından yola çıkıp Sülükgölü’nü geçen sonra Bolaman şosesine çöken tipinin içinde gözden kaybolan Bolamanlı iki atlı Nâfi beyle Kadem Şükrü gittikçe artan kar fırtınasında Bolaman ırmağının mansıbında yolu kaybederek yanlış yere yönelip sonra dönüp geri gelerek birkaç kere aynı yerde döneleyerek zor bela Yenipazar’a varmışlardı.
Kadem Şükrü o gece Yenipazar’da kalalım demişti. Hem orada Nafi beyin akrabası Haznedar Asaf beyle Emine hanımın konağı vardı. Emine hanımla Asaf Bey çoktandır görüşmedikleri Nâfi beyi ağırlamaktan ziyadesiyle memnun olacaklardı ama gel gör ki bir kere Kale’ye dönmeye karar vermiş olan Nâfi beye söz anlatmak, ikna etmek mümkün olmamıştı. Çünkü beyin eşi Nesibe hanıma verilmiş sözü vardı sabah yola çıkarken “merak etme hanım akşama geleceğim” demişti, eşine verdiği sözü tutmak en amansız fırtınadan, dahası can kaygusundan bile önemliydi.
Eski Bolaman böyle bir yerdi.
Osman KADEMOĞLU
Mimar-Yazar, KANADA.












Yorumlar