Yalnızlığını balıklarla paylaşanlar...
- Yavuz KALYONCU

- 2 Tem
- 17 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 20 Tem
DÜN KAYBETTİĞİMİZ ECZACI MEHMET ÇAMUR'UN ANISINA SAYGIYLA...

Deniz kenarında yaşayan her çocuk gibi, küçük yaşta denizle tanışıp, gizli, kaçamaklarla, Rıhtımda büyük abilerle atlama yarışması yaparak, birinci direk, ikinci direk, üç, dört derken direk seçmeden her direkten atlayıp yüzmeyi öğrendim. Sonra her çocuk gibi, denizin dibinden gitme yarışları yapıp, kimin nefesi daha fazla, kim daha ileri gidebiliyor iddialaşmaları yaparak denizin büyüsüne kapıldım. Sonra şnorkel ve gözlükle sudan kafamı çıkartmadan deniz dibini izleyerek büyülü ortama alıştım.

Zıpkınla avcılığa geçene kadar yapılacak işler vardır. Denizi iyi tanıyacaksınız, su altını öğreneceksiniz, deniz mahsullerini yemeğe alışacaksınız. Midye çıkartıp yemek, olta ile balık tutmak, öylesine zevkli bir olaydır ki saatlerce suyun içinde gezersiniz, soğuktan dudaklarınız titrer ama çıkmak aklınıza gelmez. Hele bir de arkadaş ortamında bunları paylaşmak. Denizin cazibesine kapıldınız mı bırakamazsınız. İşte bütün bu güzel merakların sonu zıpkınla balık avlamaktır.
Evlenip çocuk sahibi olduğunuzda bu merak oğlunuza da geçer. Erkek çocuk babanın hayranıdır. Baba rol modeldir. Seneler ilerledikçe teknolojide gelişmiş, sizin zamanınızda olmayanlar piyasaya çıkınca oğlunuzun o teknolojiyi kullanması için imkânlarınızı zorlayıp kendi yapamadığınızı ona yaptırırsınız, benim yaptığım gibi.
Bu yazı vesilesiyle, aramızdan erken ayrılan, sualtı merakıma ortak olan sevgili arkadaşım; Ahmet Gürsoy’u rahmetle anıyorum.
Mutlu eder insanı deniz güldürür.

En eski su altı balık avcısı; Ekrem Akdeniz
Ordu zıpkıncılığı için en eski ve en önemli isim, bu yazıyı yazdığım tarihten üç ay sonra 90 yaşına giren, 3 yıl sonra da kaybettiğimiz; Tahnit Ustası, ağaca hayat veren maket ve baston Ustası, Eski NATO çalışanı, Ordu’nun duayen avcılarından Ekrem Akdeniz, namı diğer, Nato Ekrem.
Hepimizin büyüğü olan, Ekrem amcanın su altı merakını ve zıpkınla balık avcılığını yeni nesil bilmez oysa ki; Ekrem amcanın zıpkınla balık avı yaptığı yıllarda Ordu’da zıpkın avcılığı bilinmiyordu.

1927 doğumlu Ekrem amca, Perşembe’de NATO tesisleri kurulurken ihaleyi alan Tümer isimli İtalyan firmasında teknisyen olarak işe başlar, (1959). Mesleğinin en iyilerindendir. Beraber çalıştığı İtalyan teknik ekibinde çalışanlarla arkadaşlık kurar. Avcılığı çok sevdiği için İtalyanlarla ava gitmeye başlar iyice samimi olup dillerini çözmeye başladıktan sonra bir gün, İtalyan teknisyen Otello; “Benim su altında balık vuran tüfeğim var, onunla balık vurmaya gidelim” demiş. Ekrem Amca şaşırmış; “Bizi kandırma hiç tüfek su altında atılır mı? İnanmam” demiş. Tatil gün denize girip balık vurmaya randevulaşmışlar.
Cumartesi Aktaş’ta buluşmuşlar. Otello elinde uzun bir alüminyum bir boru ile gelmiş. Ekrem amca alüminyum boruyu eline alıp incelemiş, borunun içi boydan boya spiral yayla kaplıymış, uçtan sokulan ucu sivri demir yayı sıkıştırıp, borunun uç kısmındaki bir kertikte tutulup tetik mekanizmasıyla irtibatlı kilitlenen bir sisteme şahit olur şaşırır. Tüfeğin tetik mekanizması gibidir. O gün Otello suya dalıp, kendisini ispatlayıp iri bir kefalde vurarak; Ordu’da ilk zıpkın avını da yapmış olur.
O yıllarda Ordu zıpkını bilmemektedir. Otello zıpkınla birlikte gözünde deniz gözlüğü, şnorkel ve palette kullanmıştır. Ekrem Amca kafasına koyar Otello’dan bu zıpkını ve yüzme takımını almak için her şeyi yapacaktır. Sıkı bir pazarlıktan sonra, Otello’dan bir maaş karşılığı bütün takımı alır. Otello da ona dalgıçlığı ve şnorkel palet ve zıpkın kullanmaya öğretmeyi kabul eder.
Daha evvel su altına pavurya ve midye için dalan Ekrem amca gözlük ve şnorkele alışana kadar dünya su yutmuş. Alışmaya başladıkça da zıpkınla balık vurmaya da başlamış. Kara avına ara vermiş, su daha cazip gelmeye başlamış.

Ağrıyan bacaklarına rağmen ayağa kalktı iki fotoğraf getirdi ve anlatmaya başladı; “Dalıp zıpkınla balık vurduğumu duyan Doktorun Yılmaz, Tuncer, Ziver Engin, Hidayet efendinin oğlu Aydın Kızıltaş, halaoğlu Fikret Şimşek de benimle beraber zıpkına merak sardılar. Ordu’da zıpkın ve malzemeleri yok. Yılmaz Engin, benim zıpkının ayni markasının B serisinden bir zıpkın bulmuş. Senta B’yi almış. Paleti de Yunanistan’a giden rahmetli Rıza Şimşek’e getirttiler.“ Dedi.
Heyecanlanmıştı, eski günleri yaşıyordu, anıları anlatmaya başladı;
“Fatsa-Gülyalı arası deniz altında bütün balık yataklarını, kepezleri, mağaraları, batık gemileri hep bilirim. Bir seferinde Kenan Mağden ile, Tuncer Engin bizi doktorun Yılmaz’la Yasun’da bıraktılar, elbiseleri arabaya bıraktık. Mayolarımızla Perşembe’ye doğru avlanarak gelecektik. Büyük Tünelin altında Kofana sürüsüne rast geldik altımızda kara bir bulut oluşturmuşlardı. Panikledim, Yılmaz’ı uyardım, sakın atma, diye işaret ettim. Birine atsalardı maazallah kan kokusuna bize de zarar verebilirlerdi. Balık öylesine boldu. Bellerimiz balık dolu Perşembe’den çıktık konu komşu herkese dağıttık balıkları. Dünya balık vurdum hiçbirini satmadım.

Daha sonra Fıçı Fahrettin de, Bekir Sağra da zıpkına başladı. Fıçı bir seferinde Bozuk Kale’de zıpkını balığa atarken kayaya saplamış çıkartamamıştı. Bizim çocukları aldık hep beraber kazma kürek zor çıkarttık. Sonra Yunanistan’dan havalı zıpkın getirttik.

Ayhan Yılmaz da iyi zıpkıncı oldu, bizimle dalmaya başladı. Kayıkçı Yusuf’un kayığına binip açılıp farklı yerlere de gittik, Karagöz, dişli(Kabaklının büyüğü) en güzel balıkları seçip avlardık. En bereketli yer Yasun’du. Bir seferinde yalancı Yasun’da hiç bir şey vuramadık. Rüzgâr Fatsa’dan esiyordu, Vona tarafına sipere gittik, Yılmaz plastik kovayı suya daldırıp çıkarttı, bir kova dolusu iri teke yakaladı. Ateşte Bekir Sağra’nın kazanı içinde su kaynamıştı. Tekeleri suya attık yarım saat kaynatıp pişirdikten sonra Yılmaz’ın gazıyla yemeye başladık. Denizden babamda çıksa yerim usulü.

Bekir Sağra’nın su altı merakı öylesine artmıştı ki tüp ve tüp dolum takımı almıştı, İstanbul’da su altı dalma kursuna bile katılmış. Biz su altında daha rahat nasıl avlanırız hesaplarını yapıyorduk. Bir seferinde 50 metre hortum alıp, hortumla dalmayı denedik, önce sığda gayet rahat ağızdan havayı çekip, burundan vererek denedik, oluyordu.
Büyük bir hevesle hortumu elime alıp suya daldım önceleri iyiydi nefesi ağızdan alıp burundan çıkartıyordum, aşağı derine indim bir müddet gittim her şey yolunda gayet rahat nefes alıyordum derken, birden hava gelmez oldu panikle yukarı çıkmaya başladım suyun yüzüne zor attım kendimi kayıktakilere kızmaya başladım hortumun ucunu kapatıp şaka yapıyorsunuz, ben altta nefessizlikten az daha ölüyordum, dedim. Onlar da suçlandılar sonra işin aslını öğrendik. Su altı basıncından hortum sıkışıp büzüşmüş.”
Serbest dalışla kaç metreye daldığını sordum; “25-30 metreye rahat dalıp avlanıyordum” diye cevap verdi.
Başından geçen tehlikeli bir anıyı anlatır mısın dedim Ekrem Amcaya, kırmadı, rahmetli başladı;
“Medreseönü’nde Mersin deresinde at semerine benzer bir kaya var, içi balık kaynıyor ama içine girilmiyor. Yılmaz’la bir plan yaptık. Yılmaz ayakları dışarda kalacak şekilde içeri girecek zıpkını atınca ben de Yılmaz’ı geri çekecektim. Yılmaz daldı kovuktan içeri girdi ayakları dışardaydı, ben dışarda zıpkının sesini dinliyorum ses geldi hemen daldım, Yılmaz’ı ayaklarından dışarı zorla çektim. Çektikçe suyun rengi kırmızılaşmıştı. Yılmaz bir çıktı ki üstü hep kan. Midyeler kesmiş, her tarafı kesilmişti. O zaman çok korkmuştum.

Eskiden balık boldu, Yunus ta çoktu. Vurup yağını çıkartıyorlardı. Bir seferinde yunuslardan kaçan kefaller rıhtımın altına hücum etmişlerdi. Tuncer Engin’le soyunup daldık.
İnip çıkıp vurduk, vurmaktan yorulunca sudan çıktık. Onlarca balık görmek için baktığımızda şaşırdık. Hiç balık yoktu.
Vurduğumuzu, Fıçı Fahrettin yanından geçen selam veren herkese vermiş. Ordu küçük yer herkes birbirini tanıyordu o yıllarda. En son zıpkınlarımızdaki kefaller bize kalmıştı.”
Sonra hatırladı; “Ha dur! Bir de boklu derenin ağzında 60 metre açıkta bir batık ticaret gemisi vardır. Geminin içindeki porselen tabakları bardakları Fahrettin’ler girip çıkıp aldılar. Ertesi gün merak ettim Yusuf’un kayıkla tam üstüne gelip daldım, gemi yan yattığı için lumbuzdan(pencere)den içeri baktım öğle güneşinin aydınlattığı kısımda kocaman Paçozlar(Kefalin Büyüğü) yüzüyordu. Hemen kayığa geri döndüm zıpkını alıp tekrar daldım yavaşça lumbuzdan içeri zorlanarak kaydım, Paçoza orta ortaya zıpkını attım. Darbeyi alan paçoz çırpınınca suyun içi karıştı. Etraf anında bulandı göz gözü görmüyordu, zıpkını bırakıp can derdine düştüm, panikle girdiğim lumbuzu da bulamadım, el yordamıyla ölüm aklıma gelmişken panikle son anda lumbozu bulup son bir hamleyle delikten dışarı güçlükle çıktım. Kayığın kenarına asılı vaziyette on on beş dakika kendime gelemedim. Sonra tekrar dalıp durulan sudan inip zıpkını ve balığı alıp çıktım” Dedi.
Ekrem amcada anı bitmez. Su altını radar gibi bilen; Ordu’nun en eski zıpkıncısının anıları ile bir kitap yazılır. Ellerinden öpüp hayır duasını alıp vedalaştım.
Bu vesileyle rahmetle anıyor, mekanın cennet olsun diyorum.

Denize sevdalı; eczacı Mehmet Çamur
Deniz altının sihirli dünyası ile tanışıp vazgeçemeyenlerden birisi de; 1979 yılında Ordu’ya gelip 1981 yılında Eski Devlet Hastanesi karşısında Eczane açan arkadaşım, komşum Eczacı Mehmet Çamur. Ordu’da yeni nesil dalgıçlık yapan hemen herkesin onunla ilgili bir anısı olduğuna şahit oldum. Bu araştırma yazısının içinde olmasını rica ettim. Beni kırmadı deniz ve su altı ile olan aşk hikâyesini kendi kaleme aldı;
“1956’da Tirebolu’da, kapısına dalga vuran bir evde doğdum ve denizle büyüdüm. Her denizci gibi balıkçılığın her safasından geçtim. Su altına merakım denize ilk girdiğim andan başlamıştı. İlk deniz gözlüğüme ortaokulda sahip oldum. Denizle olan dostluğum liseli yıllara kadar pavurya tutmak, midye toplamakla geçti. Bu arada su altını iyice öğrenmiş oldum. Zıpkınla tanışmam lise sonda oldu. 3-4 arkadaş sıra ile kullanırdık. O zamanlar bu tür malzeme Avrupa’dan gelirdi, ilk Türk malı zıpkın Tarzan marka idi. Alüminyumdan yapılma ve lastiği çok gevşekti, kefale atardık ok kefale çarpar girmezdi.
Sonra Yılmaz zıpkınlar çıktı, daha iyiydi. Bu arada herkesin çocukluğunda avcılığı öğrendiği bir abisi yani reisi vardır. Ben de bu işi ilk olarak Tirebolu’da Halit Kıranlı abimden öğrendim, ona teşekkürlerimi her zaman sunarım.
İlk büyük balığımı yılmaz marka zıpkınla, Tirebolu plajı açıklarında aldım. 3 kiloluk bir karagözdü. (Bu balığa yalnız orduda karagöz diyorlar. Giresun ve doğusu Landinoz-Marmara ve diğer denizler Eşkina ve kaya levreği diyor)
Tabi o tarihlerde balık çeşidi farklı idi levrek hiç yoktu(1960 tan önce varmış),kofana boldu. O yıllarda acemi olmamıza rağmen balık bolluğundan avlar bereketli oluyordu. O yaşlarda en ilginç anım olta ile oldu;
12-13 yaşlarındayım ekim ayında bir grup arkadaşla bizim evin önündeki küçük kayalardan balık tutmaya çalışıyoruz, elimizde bakır sararak ağırlaştırılan kefal çırpma amaçlı oltalar var. Saat dört gibi, cam gibi berrak olan deniz bir anda simsiyah oldu, her taraf taa yalıya kadar karakaş istavritle doldu, dip görünmüyordu, yalı da balık kendini karaya çakılların üzerine atıyordu.
Ben de kıyıdan 4 metre açıkta küçük bir taştayım, başladım istavrit çırpmaya bir saat kadar epey karakaş istavritim oldu eve bırakıp aynı taşa geldim, yine istavrit çırpmaya başladım 1-2 istavrit derken, yine bir tane çırptım çekerken oltaya bir şey daldı, çocuğum çekemiyorum zorla taşa çıkardım, 3 kg. cİvarı kofana. Hemen solungaç kısmından kaptım, kayaya vura vura öldürdüm kayanın küçük bir çukuruna yatırdım.
O gün bir saat içinde 7-8 tane aynı boy kofana çektim ancak 3 tanesini zapt edebildim, diğerleri elimden düştü sonra abim geldi 8 tane de o tuttu, o akşam bizim evde 11 tane kofana vardı.
Gece olunca o koyun etrafında yer bulmak imkânsızdı. Tirebolu’da duyan oltasını alıp gelmiş gecenin sonunda en kötü balıkçının bir tane kofanası vardı. Ordu’da bu olaya Combalak, Giresun tarafında Yağantı diyorlar. (büyük balığın küçük balığı sıkıştırıp yemesi.)
Dalgıçlık hobime dönersek; üniversite ve sonrası Ordu’ya eczacı olarak geldiğimde yazları devam etti. 1990’lara kadar Tirebolu sahili ve Ordu sahili, Perşembe Çamburnu katran kazanlar, Mersin limanı, Yasun’u iyi bilirim ancak o yıllarda da kefal ve karagözden başka dalış için balık pek yoktu, ta ki 90’lı yıllara kadar.
Sanırım 91-92 olabilir, Tirebolu’da dalıyorum, yer kayalık. 30-40 tane büyük balık gördüm hemen bir kayanın arkasına dalıp saklandım, su berraktı ama kaçmıyorlardı içimden Eylül ayı olduğu için kofana sürüsü dedim ve bekledim. 2-3 tanesi üstüme geldi büyüğünü vurdum, kofana diye elimi ağzından uzak tutuyorum yoksa parmağı bile koparır. Sonra iyice baktım dişleri yok, balığı tanıyamadım. 3-4 kg vardı karaya çıkardım balıkçı gençler yanıma geldi kimi denizalası, dedi, kimi levrek…
Çocukluğumdan beri Karadeniz’de levrek görmedim.
Şaşkınım, sonra yaşlı bir balıkçı amca; ‘yeğenim bu levrek. 1960’tan önce buraya yatardı biz de tutardık, sonra kayboldu bak aynı yere dönmüş’ dedi.
Böylece levrekle tanıştım ve avcılık aşkı da arttı. Aynı balığı 5-6 yıl boyunca Perşembe ve Tirebolu’da sıkça gördüm ve avladım. Bu anlattığım levrek göç levreği gibi sırtı siyah ve kaçmayan bir levrekti. İnternette araştırdım levrek kendi hem cinsinin olduğu yeri severmiş. Sanırım levreğin buraya gelişinde daha sonra yaban levreğinin artışında Perşembe’ye kurulan ve fırtınada patlayan levrek çiftliklerinin rolü oldu.
Bu araştırmada ayrıca şunu öğrendim; levrek hayatı boyunca iki cinsiyeti de yaşıyor. Kendi gözlemlerimde de 2 kg kadar erkek(çünkü spermi var) daha büyükler dişi. Aynı balık önce erkek oluyor belli yaştan sonra dişileşiyor. 5-6 kg.lık tuttuğumda ayıklarken bakıyorum onlarında havyarı var.
Neyse devam edeyim; bu bahsettiğim levrek cinsi 96-97 yılı gibi kayboldu, yavaş yavaş yaban levreği görünmeye başladı, 2005 yılına kadar da dilediğimiz kadar Piraziz, Gülyalı, Perşembe’de avlandık. Dalgıç azdı ve sadece dalgıçlar biliyordu, ama şimdi yaz gelince her taraf dalgıç dikkatli olmak lazım, iyi eğitim gerekiyor...

Denizi Çok Severim, Ama En Çok Da Denizden Korkarım
Denizi çok severim, ama en çok da denizden korkarım, bazen gençlerden öğrenme amaçlı gelenlere neler yapacağını anlatırım.
En çok kızdığım karada zıpkın kurmak yada kurulu zıpkınla sudan karaya çıkmak, bir de paletleri karada giyip denize kadar yürüyenler. Aynı hatayı iki defa yapanla bir daha ava gitmedim. Ama benimle gelip te bu işi ciddiye alan o zaman 15-16 yaşlarında olan şimdi 25-30 yaşlarda olan arkadaşlar şimdi bu işi yeni takımlarla çok güzel yapıyorlar.
Arada belirteyim levrek merakı bana 2000 yılında kışlık elbise aldırdı, kışında dalmaya başladım, gördüm ki en güzel levrek avı eylül, ekim, aralık ve nisan, mayısta oluyor. Çünkü yaban levreği en ufak bir sesten dahi ürker, algıları çok kuvvetlidir, birini vurdun mu 300 metre civarda bütün levreklerin haberi olur.
Hafızası boyuna göre değişir. Sürü başı olan büyük levreği vurdun mu o bölgeye 7-15 gün levrek gelmez. Levrek en çok karayel havasını ve bulanığı sever, berrakta zaten kendini göremezsin, ağdan kaçmalar hariç. Yaban levreğini tanımadan, denizin en iyi avcısı lüfer veya daha büyüğü kofana olarak bilirdim. Onlar açık denizde sürüyü sıkıştırıp yerler, kurnaz olmalarına gerek yok. Yaban levreği ise mükemmel bir avcıdır, tıpkı bizim gibi iki taşın arasına saklanır kefali bekler, dalgıcı görür onun ne yaptığını gizlice takip eder. Ben levreğe aklı ve kurnazlığından dolayı denizin köpeği derim, çünkü bana köpeğe yakın aklı var gibi geliyor.
Belirtmeden geçemeyeceğim; 35 yaşına kadar bulanıkta dalmayı sevmez ve tehlikeli bulurdum. Ama bu levrek merakı bana o yaştan sonra bulanıkta dalmayı öğretti, fırtına sonrası dalga azalmaya başladığında dalganın kırıldığı yerin arkasına dalmayı öğretti. Zaten bulanıkta levreği göremezsen bile sen dibe yatıp beklerken üzerinden geçerken seni fark eder ve ani bir dönüş yapar ‘kart’ diye bir kuyruk sesi duyarsın, o sesten balığın boyunu az çok tahmin edersin ama avı bırakamazsın, artık sürek avı başlamıştır. Ancak bunu daha önce berrakta dalıp dibini iyi bildiğim yerde yapıyorum aksi takdirde çok tehlikelidir.
Şimdi bu yaşta daha az dalıyorum, daha az balık vuruyorum. Yaş ilerleyince bir başka canlının yaşamına daha fazla saygı duyuyorsun. Avcı ruhum hala kuvvetli ama öldürme duygum git gide azalıyor. Çünkü 5-6 kiloluk levreği vurduğun zaman hayvanın verdiği mücadeleye hayran kalıyorsun, suyun içindeki o mücadele levreği asilleştiriyor, diğer balıklar hemen teslim olur, levrek öyle değil.

Karadeniz haricinde, Ege’de Datça’da daldım, irili ufaklı avlarım oldu. Orada da en ilginç anım denizin zekilerinden sayılan ahtopot avım ve uzak dur sakın atma dediğimiz iri müren balığını(eti çok lezzetli) tam çene altından vurarak alışım olmuştur.
Tetiğe bastıktan sonra zıpkını bırakıp uzaklaştım bir bulanık oluştu, Müren kovuktaydı 5 dakika sonra yavaş yavaş yaklaştım sağlam yerden vurduğumu görünce zıpkını elime aldım. Yine de müreni kimseye tavsiye etmem tehlikeli ve çenesi çok kuvvetli. Akdeniz’de ise Kemer’in koyunu çok iyi bilirim. Oranın da en meşhur balıkları grida, baraküda ve akya avı yaptım.
En çok hoşuma giden bir nisan ayında henüz turist yokken ve koy kış boyu dinlenmişken dalmak istiyordum, isteğim gerçek oldu. Beş yıl önce gittim birkaç gün nefes açayım sonra av yaparım diyordum ama daha ilk günden 7 kg.lık bir akya önüme çıktı vurdum. Avcılıkta en önemli şıklardan biridir şans ve nasip.
Nihayet son bölüme geldim; avcılıkta anılar bitmez. Bu bölümde en önemli anımı anlatacağım;
2005 yılı olabilir. Kış boyu daldım, balık hiç yoktu ama spor amaçlı elbiseyi giyip, güneşli bir mayıs ayı, bir anneler gününde evden çıktım kaldığım sitenin bahçesinde, hanımlar anneler günü dolayısıyla masa kurmuşlar çay içiyorlar, bana da yarı şaka; ‘bugün anneler günü vurduğun balık bizim’ dediler. Ben de; ‘size feda olsun’ dedim ve Piraziz feneri önüne gittim yanımda da bir komşum var. Daldım bir kaç bildiğim taşın diplerini baktım, sonra bir başka dip kayasını siper alarak etrafı gözledim, aniden biraz uzakta olsa 4-5 büyük göç levreği hızla geçmeye başladı, uzakta olsa hemen tetiğe bastım çünkü göç levreği beklemez, yayılmaz, vurur gider. Bu mevsimde de doğuya gider, aralıkta geri döner.
Balığı vurdum ama karnın alt kısmında iki küçük kanatımsı yer, onun hemen üstünden girmiş ok, balık karnını yırtacak diye çekmedim, üzerine gittim o yüzdü, ben yüzdüm, mümkünse gerdirmiyorum ve zıpkını çok sıkmıyorum. Bu kovalamaca 3-4 dakika sürdü. Şak diye balık çekti ve zıpkını elimden aldı, bir müddet zıpkının peşinden yüzdüm ama hafif bulanık var zıpkın suyun içinde görünmez oldu. Aradım taradım bekledim kabze suyun üzerine çıkar diye yok. Bir avcının düşebileceği en berbat anlardan biridir. O an-karaya çıktım arkadaşa durumu anlattım ama karizma çizildi bir kere, palet maske eldiven çıkardım biraz nefeslendim yüksek bir yere çıktım, denize bakıyorum içimden balık karnını yırtsa da zıpkın suyun üzerine çıkabilir çok derin değilse diyorum. Böylece 20 dakika civarı bekledim, tam umudu kesmişken zıpkının kabzesi kıyıda bir taşa yakın yerde su üzerine çıktı, oh dedim zıpkını kurtardık, sahile indim paletsiz denizde birkaç adım attım zıpkın yavaşça gitmeye başladı, hemen üzerine atladım, ipi çekmeye başladım, balık var yok ip çok rahat geliyor. Ta ki balığı görene kadar. Hemen gırtlak kısmından tutarak aldım, arkadaşla sevindik. 6 kg.lık bir balık 20 dakika zıpkınla yüzmüş yorulup kıyıya gelmiş. Nasip oldu mu geliyor. Biz balığı aldık hanımlara verdik onlarda içli pilavla karnını doldurup dikmiş fırına vermişler-bir saat sonra balık masada yanına da evde ilaveler yapmışlar güzel bir masa olmuş, afiyetle yedik tabi ki.
Son olarak su altı ile ilgili söylemek istediğim şu; Dalmak sadece balık avlamak değildir. İş yerinden ayrılıp on dakika sonra bütün kaslarını gevşetecek ve relaks yapacak o müthiş sessizliği yakalamaktır. Dalmak bazen gelen balıkları vurmayıp seyretmektir. Kefallerin havyar dökümü zamanı dişinin etrafında daha ufak boydaki erkeklerle bir yumak gibi olarak dans etmelerini izlemektir. Ya da Akdeniz’de iki yanındaki carrettalarla dipte yüzmektir.
Ben hep soranlara şunu söylerim; bilen için suyun altı karadan daha tehlikesizdir, daha dürüsttür, denizdeki hayat. Çünkü karada bir sokakta yürürken kafana saksı düşebilir, bir araba sana çarpabilir, bir deli sana tokat atabilir, bir hırsız cüzdanını çalabilir. Ama deniz öyle değil; açık sözlüdür her şey; ‘pavurya yaklaşma ben ısırırım’ der. İskorpit; ‘benim dikenim zehirli benden uzak dur’ der. Kofana; ‘elini ağzıma koyma koparırım’ der. Dalga; ‘gelme seni çekerim’ der. Yani tecrübeliysen iyi bir eğitim aldıysan suyun altında paniklemiyorsan, nefesin bittiği için çıkarsın yoksa çıkasın gelmez. Saygılar…”

Dalgıç Muhittin Ersezen (MUFO)
1964 Keçiköy doğumlu olan Muhittin küçük yaşta başlayan deniz merakının esiri olup ömrünü denize adamış bir deniz adamı. Çocukluk yıllarında okulun penceresinden denizi ve denizde balık avlayan kayıkçıları izler iç geçirirmiş. O yıllarda bugünkü Belde Otelin(Çamlıköşk) yerinde Yeşilyurt Okulu varmış. Mayıs ayı gelince okuldan kaçıp denize girer balık avlarmış. Rıhtımda zıpkınla balık avlayan büyük abilere bakar özenirmiş. On iki yaşına geldiğinde küçük bir zıpkını olmuş. Kaya balıkları vurmakla avlanmaya başlamış. Büyük balıklardan korkarmış. Büyüdükçe daha derine dalmaya ve daha ustalaşmaya başlamış.
Okulun arka bahçesi şu anki Çamlı köşkün oturma yerlerinin olduğu alan, öğrencilerinin futbol oynadıkları yermiş. Muhittin okul ve mahalle maçları yaparlarken, top kaçmasın diye, deniz tarafına eski balık ağlarını çekerlermiş. Topu denize düşüren çocuk topu almak zorunda imiş. Bazen denize düşen topu almak için sandal kiraladıkları da oluyormuş. Futbol oynarken kalede dikkat çekmiş, Ordu amatörde Karadağspor’un kaleciliğini uzun zaman yapmış.
Askere gidene kadar su altında zıpkınla balık avlama ve futbol oynayarak günlerini geçirmiş. Askerde İzmir Ordugücü’nün kaleciliğini yapmış. Ordu’ya döndüğünde, Ordu zıpkın takımı ile Mersin Taşucu’nda Türkiye zıpkın yarışmasına katılmış en büyük balığı vurarak birinci olup altın madalya almış, 25-26.Nisan 1987. Aldığı bu madalya Ordu zıpkın takımına Türkiye üçüncülüğünü kazandırmış.

O yıllarda Yasun’da yapılan zıpkınla balık vurma yarışmasında katılan her yarışmacı çuvalla balık vurmuş. 4-6 Mayıs 1991 yılında Erdek’teki yarışmada üçüncü olunca Milli takım kampına çağrılmış. İtalya’ya gidecekleri günün sabahında kamp sorumlusu herkesten pasaport isteyince Muhittin şaşırmış; “Hocam bana bir şey demediniz ne pasaportu” demiş. Takım gitmiş Muhittin Ordu’ya geri dönmüş, Federasyonu boykot etmiş ve daha sonra da hiç yarışmalara katılmamış.
Uzun yıllar denizden geçimini sağlamaya devam etmiş. Kompresörle deniz salyangozu toplamaya başlamış. Kompresörle deniz altında hortuma yukardan devamlı pompalanan havayla suyun dibinde saatlerce karada olduğu gibi yürüyerek salyangoz toplayan Muhittin; Körfez’de, Sinop’ta, Kocaşile’de, İnebolu’da deniz salyangozu avcılığı yapmış. Gün olmuş 300 kg, gün olmuş 1000 kg. salyangoz toplamış iyi kazançlar sağlamış.
Hiç tüple dalış yapmadığını söyleyen Muhittin 20 metreye dalıp inlerdeki balıkları avladığını anlattı. “Tüp bana göre değil” dedi. Eski balıkları sordum:
“Eskiden balık çok fazlaydı Karadeniz’de Karagöz kaynıyordu. Şimdi Eski Karagözler yok yeni yeni ufak karagözler görüyorum, bu sevindirici bir haber. Eskisi gibi zengin su altı zenginliği yaşamak istiyorsak, denetimlerin artması avlanan insanlarında bilinçlenmesi gerekir.”
Yusuf Carlı
Yine denize sevdalı bir adam Yusuf Carlı’nın kendi ifadeleriyle sevda hikâyesi.
“Televizyonun siyah beyaz olduğu 1970’li yıllarda, abim İngiltere’den devlet burslu okuyup gelirken denize dalış takımlarını da beraberinde getirmişti. İlk kez arabanın bagajında gördüm. Bir anlam veremedim. Kumbaşı’nda bu günkü limanın orada kayalıklarda denize girdi ve çıktı. Kafamı denize soktum, ‘binlerce karagöz üstüme geliyordu’ dedi. Çok şaşırdım.
İşte her gün dalgalarında oynadığım, evden çıkınca süt liman havalarda üzerinde yürümeyi hayal ettiğim Karadeniz için hayallerimin değiştiği an, o andı; artık üstünde yürümek değil içine kalbine girmek istiyordum.
İstanbul’da Polislik yapan abimin yanında İlkokul üç ve dördüncü sınıfı okudum. On dört yaşıma geldiğimde abim yılmaz marka zıpkını ile gözlüğünü bana verdi. On dört yaşımda kumbaşı sahilinde servet sahibiydim artık.
Zıpkınım gözlüğüm ve ayaklarıma büyük geldiği için bağlayarak yüzdüğüm bir paletim vardı.
Bir temmuz ayı ilk dalışımı yaptım. Balık yok, yıllar önce büyük abimin yüzdüğü kayalığa doğru yüzdüm, denilenler doğruydu deniz balık doluydu. Kendi çapımda avlanmaya başladım. Akçaova deresinde misina ile avlandığım yerlerde otların arasında kiloluk sazanlar vurdum. O yıllarda ırmaklarda atık yok, cezaevinin lağımı da yok. Irmağın suyu berrak su akvaryum gibi.
Yıl 1976 liseyi bitirmiş avlanmayı daha iyi öğrenmiş zıpkın gibi bir zıpkıncı olma yolunda ilerliyorum.
1970-1980’li yıllar Ordu’nun 9.kg Eşkinasının, 7.kg Kofanasının, 5.kg Rus Kefalinin ve dudak uçuklatıcı Lüfer sürülerinin ve 10.kg’lık Lüferlerinin avlanabildiği yıllardı. Giresun Bayındırlık Müdürlüğünde çalıştığım için Giresun adına su altı zıpkınla balık avlama yarışmalarında Giresun’u iki yıl üst üste Türkiye birincisi yaptım. Milli takıma çağırılıp kampa katıldım.
Denize dalma bana çok şey öğretti. Öğrendiğim her şeyi yaşayarak öğrendim. Denize dalıp deniz dibini bilen kimse yoktu etrafımda o yıllarda. Şimdi ne güzel internet var, denize dalıp bir araya gelip konuşanlar var. Bugün artık kişisel başarı anlamında mücadele veren çok sayıda cesur dalgıçlar var. Cesurlara ve sporcu ruhu olanlara teşekkürler.
Benden öncekiler göre ben şanslıydım. Şimdiki gençler benden şanslı, gelecek kuşak onlardan da şanslı olacak.”
1970’li yıllarda zıpkınla tanışan ve 2016 yılında halen bir kalp ameliyatı ve iki fıtık ameliyatı ile dalmaya çalışan birilerinin ağabeyi, birilerinin kardeşi 1959 doğumlu Yusuf Çarlı. Sevgi ve saygılarımla’’
Akıcı bir üslupla duygu ve düşüncelerini bizler ulaştıran Denize sevdalı Yusuf beye sağlıklı nice yıllar dalmasını diliyoruz.
Erhan Aydıner
Denize dalmak için okuldan kaçacak kadar zıpkınla avlanmayı seven Erhan yeni nesil zıpkıncıların arasında herkesin övgüyle bahsettiği bir avcı. Boş zamanlarında zamanı en iyi şekilde değerlendirmek için çok sevdiği su altına dalıp balık avlayan Erhan’a zıpkınla avlanma merakın ne zaman nasıl başladı kendini anlat, yaz dedim beni kırmadı yazdıklarını aynen naklediyorum.

“Zıpkın ile tanışmam, rıhtımın yanında eski Gülistan gazinosunun altlarındaki kayalıklarda 1992 yıllarında kefal balıklarını kovalayarak başladı. Sonralarda kıyılarımıza gelen Rus Kefallerini vurarak devam etti. Gel zaman git zaman hafta sonları okuldan kaçmaya başlayacak kadar beni içine çeken bir âleme daldım. Hafta sonlarının nasıl gelmesini istediğimi bir Allah bilir bir ben bilirim.
O zamanlar gerçek manada zıpkıncı bildiğim kadarıyla, bir elin parmaklarını geçmezdi bizde o insanları takip etmeye çalışırdık hatta dalış elbisemiz olmadığından kadın streci ve siyah kazak giyerek soğuğu bir nebze olsun kırmaya çalışırdık. Üçlü uç alıp daha fazla balık vurmak için harçlıklarımızı biriktirirdik. Rus kefalleri öylesine iri ve güçlüydüler ki üçlü zıpkını attıktan sonra, balık kıvrılınca üçlü uç kırılıp tekli uca dönüşüyordu.
Yıllarca bu şekilde avlanarak hep daha iyi avlanmak adına tecrübe kazandım. Hep hayalim olan dalgıç elbiseme 1997 yılında sahip oldum. Dalışlarım artık daha anlamlı ve konforlu hale geldi artık üşümüyordum. Levrek vurmak için daha derine dalıp, dibe yatıp bekleyebilirdim.

1998-2001 yıllarında şimdi çok pişmanlık duyduğum, TRT belgesellerinde cazibeli hale getirilen nerelerde nasıl yapılacağı öğretilen gece avcılığını bende yaptım. O yıllarda devlet bile hatalı davranmıştı. Hayatta her şey kurallarla olduğu gibi zıpkınla balık avlamanın da kuralları olması gerektiğine inananlardanım. Ben ve benim gibi avcıların uyarıcı şikâyetleri sonunda 2001 yılında nihayet zıpkınla gece avcılığı yasaklandı. Deniz altında ben kendimi buluyordum, yalnızlığımı paylaşıyordum, balıklarla arkadaşlık yapıyordum, çoğu zaman avlanmayıp onları inceledim.
Su altına dalmaktaki tek amacım balık vurmak değildi. Gerçek amacım rahatlamak başka bir dünyada insanların olmadığı, müdahale edemediği bir dünyada olmanın mutluluğunu yaşamaktı.
2006 yılında Kaan Oğuzlu kardeşimle tanıştım, su altı zıpkın avını daha profesyonel manada yapmama vesile oldu. Dipte Ağaşon tekniğinin tam anlamıyla nasıl yapıldığını bana göstermesiyle devam eden. Daha profesyonel zıpkın ile balık avlamaya başladım. Benim gibi su altına gönül vermiş birçok arkadaş ile zaman içinde tanıştım ve çok büyük bir aile olduk.
Artık bilgilerimizi, tecrübelerimizi paylaşıyor, küçük balıklara zıpkın çevirmiyorduk. Öyle ki çoğu zaman kiloluk balıklara bile zıpkın atmıyorduk. Trabzon ve Orduda yeni birçok arkadaşımın bu spora girmesine vesile oldum. Benim İkinci dünyam yalnızlığımı paylaştığım yer…”
Teşekkürler Erhan, duyguların değişmesin doğru yoldasın. Rastgele…

Necmi Akdoğan
Yeni nesil zıpkıncılardan, denizcilere hizmet sektöründe ticari olarak hizmet veren genç zıpkıncı, yanına gelen herkese bildiklerini anlatıyor, malzeme ve donanım desteği sağlıyor. İyi avlar yapmasına rağmen daha öğreneceğimiz çok şey var diyerek her türlü yenilikleri yakından takip ediyor.
Söylenilen anlatılanları paylaşıyor, mekânında avcıların oturup sohbet etmelerini sağlıyor. Necmi’den zıpkıncılıkla ilgili öz geçmişini yazmasını istedim, kendi ifadeleriyle yazdığı şekilde yayınlıyorum;
“Zıpkınla ilk su altı tecrübem 1990 yılında Tarzan marka bir zıpkınla, Bahtiyar Baş ve Cem Ersoy ile kefal peşine düşerek başladı. Beş yıl sonra dayımdan aldığım Rus malı havalı zıpkınla gece avlarında tecrübe kazandım. O yıllardan sonra doğru karar verilerek yasaklanınca gündüz avlanmaya ağırlık verdim. Balıkçılığın her türlüsünü yapmasını severim. Bir şubat ayında Civil’in ağzında saçma atarken Yalçın Göl ve Sezgin Tok ile tanıştım. Profesyonel olarak zıpkıncılık yapan arkadaşlardı. Beraberce dalmaya başladık. Bana bu işin inceliklerini öğrettiler. Onlardan çok şeyler öğrendim. Su altı, deniz ve balık merakım yüzünden bu sektörde ticaret hayatına atıldım.

Deniz altına dalıp da anısı olmayan olmaz; bir Ocak ayı güzel bir havada, Sezgin Tok ve Yalçın Göl ile Trabzon Sürmene sahiline dalmaya gittik. Güneşli havada insanlar sahilde gezerken biz sahili bölüşmüş denize girmiştik. Ben yarım saatlik aramadan sonra soğuk sudan bir şey avlayamadan zıpkınım ve paletimi elime alarak dışarı sahile çıktım. İnsanlar bana tuhaf tuhaf bakıyorlardı. İki yaşlı amca bana doğru yaklaşıp; ‘Uşağım sen ne yapıyorsun ha burada?’ Dedi. Ben, Amca balık tutmaya çalışıyorum deyince; diğer amca yanağıma dokunarak; ‘sen üşümüşsün, de al şu on lirayı git kendine bir kilo balık al’ dedi.”

Su altında yaşadığı mutluluğu kelimelerle anlatamayacağını söyleyen Necmi; “Suyun altı farklı bir âlem, başka bir gezegen, beni ancak ayni ortamı yaşayan su altı severler anlar. Su altında her geçen gün farklı şeyler yaşıyor farklı şeyler öğreniyoruz. Anlatılmaz yaşanır” diye konuştu.
Su altı mucize güzellikte bir yerdir. Balıkların dünyasını incelemek insanı farklı etkiliyor. Doktorlar asabi insanlara deniz ve akvaryum tavsiye ederler. Osmanlı döneminde su sesi ile tedavi yapılırdı.
Su altı basıncı çok önemlidir. Belli bir eğitim, bilgili insanlardan yardım almadan suyun dibine dalış yapmak tehlikeli sonuçlar doğurur. Derine daldıkça akciğer kapasitesi ve kan basıncı artar. Bunun sonucunda vücut ısısı düştüğü için kalp atışı hızlanır.
Hava basıncı deniz seviyesinde bir atmosfer basınç düzeyinde olup insan için ideal basınçtır. Su altına doğru inildikçe her on metrede bir atmosfer basınç artar. Yirmi metrede iki atmosfer basıncı artar. Otuz metre insanlar için kritik eşiktir. Normalde otuz metreden sonra tüple dalmak gerekmektedir. Aksi takdirde sudan çıkarken vurgun denen ( Denge bozukluğu, hafıza kaybı, mide bulantısı, el ve ayaklarda tutulma )sağlık şartlarının ölüme varan sonuçları ile karşılaşa bilinir.
Amatörce denizlerde zıpkınla balık avı yapanlar için uyulması gereken kurallar var. Gece avı, fenerle av yasaktır. Zıpkınla avladığınız balığı para karşılığı satmak yasaktır. Her balık için farklı sayıda avlanma izni olup koruma altındaki balıkları da avlamak yasaklanmış. Ayrıca iç sularda ırmak ve göllerde zıpkınla avlanmak yasak.
Kuran-ı Kerim maide suresi 5/97 ayette; “Deniz avı ve deniz yiyeceği size helal kılındı” diye belirtilmiş.
İnsanoğlu su altındaki yaşantıyı hep merak etmiştir. Deniz altında karadakinden daha renkli ve daha canlı bir hayat vardır. Bu merakınızı yenmek için suya dalmadan önce denizin sizi etkileyip kendine aşık edeceğini bilerek dalın.
Ordu’da denizin büyüsüne kapılıp zıpkınla avcılığı hobi haline getiren ulaşabildiğim avcı arkadaşlara ulaşıp kısa anılarla onlardan bahsetmeye çalıştım. Yazımı ulaşamadığım arkadaşlarla tamamlayıp daha sonra sizlerle tekrar paylaşacağım.

11 KASIM 2023 TARİHİNDE YAYINLANAN BU YAZIM, DÜN KAYBETTİĞİMİZ VE BUGÜN SON YOLCULUĞUNA UĞURLADIĞIMIZ ECZACI MEHMET ÇAMUR ANISINA TEKRAR YAYINLANMIŞTIR...












Yorumlar