top of page

DENİZ ve DENİZCİ HİKAYELERİ


ree

Osman KADEMOĞLU

Mimar-Yazar, KANADA

-AYIBALIĞI 

Evvel zaman içinde ben çocukken 1950’lerde Kale’de eski kuşaktan balıkçılar vardı. Balıkçılığın çileli bir iş olduğu yıllardı. Kürekle kol gücüyle denize açılıp ekmeğini kazanan bu adamlar zorlu denizde kazanılan deneyimleriyle balıkçılıkta gençlere taş çıkartırlardı. Zamanla kayıkları kürekleri gençlere bırakmış ama ne deniz tutkusundan ne de balıkçılıktan vaz geçmişlerdi. Denize çıkmadan serpme ağla yapılan kıyı balıkçılığıyla yetiniyorlardı. Bu bir oyalanma, spor ve eğlenceydi. Kale’de günün ilk aydınlığında, sabah erken güneş bir mızrak boyu yükselmeden, ışınlar suya inmeden, balıklar uykudayken omuzda taşınan serpme ağla Galezyanı’na, Yağyakacak kayalıklarına ya da kumsalda deniz kenarına iner ayakları çıplak, paçaları dize kadar sıvanmış olarak suya girer, serpme ağı omuzdan çevirerek denize salar artık kısmette ne varsa ağda ne çıkarsa onunla yetinirlerdi.

ree

İşte bu eski balıkçılar bir elinde yumak yumak halis pamuk ipi dolanmış kabuğu soyulmuş ucu çatallı ağaç dalıyla, bir elinde iplik sarılı ağaç mekikle Odayanı’da çardak altında ve kahvelerde oturur konuşmadan elindeki işiyle meşgul olurdu. Bolaman’da kendi ağını kendi ören bu kutlu nesilden tanımak mutluluğuna erdiğim Coşkunoğlu Recep Mustafa aga, Yanuk Salih emmi, bahriyeli berber Mustafa (Ergün), Bâki reis (Ekiz), imam Ahmet (Özmen) hoca, Çıtıl Aptullah reis (Sezen), Faik onbaşı (Coşkun), Cinci Mehmet ve Alime’nin Mehmet Bolaman’da denizde ayıbalığı olan zamana yetişmiş Kale’de bu güzel deniz memelisini görmüş insanlardı.

Aklaşmış saçları, alın çizgilerinde yüz hatlarında belirgin yaşları, derin bakışlı gözleriyle kahvehane önünde oturur lâcivert denize, yeşil dağlara, kumda çekili kayıklara, kayalıklara, çardakta üzüm tefeklerine, gökyüzünün akşam kızıllığına ve sabah mor ufuklara karşı çayını yudumlayarak, arada bir duraksayarak konuşur, ezan okunurken susar, yıllar önce görülmüş sonra unutulmuş mazide kalmış ayıbalığı hikayeleri anlatırlardı.

Eski zamanlarda balıkçıların kıyıya yakın sularda, kayalıklarda bu memelilere rasladığını, ayıbalığının dolaştığı yerde çok balık olduğunu, suya dalıp yakaladığı balığı yediğini ama birçoğunu da ürkütüp kaçırdığını, akşamdan dökülen manyat ağlarını parçaladığını tutulmuş balıkları çaldığını ve kızgın balıkçıların ayıbalığını kürekle vurup kovaladığını anlatırlardı. ayıbalığının soluğunu tutarak uzun süre denizin altında kaldığını, soluklanmak için karaya çıkıp kayalarda kumda çakılların üstünde dinlendiğini, çoğu zaman ikisi birarada çift olarak gezdiğini, balık görünce hemen denize daldığını, güçlü yüzgeçleri olduğunu, çok hızlı yüzdüğünü, yakınına gitmedikçe çocuklardan kaçmadığını, sanki birlikte oynamaya çağırır gibi çocuklara seslendiğini, bıyıkları ve kuyruğu olduğunu anlatırlardı. Bu söylenceler hep evvel zaman içinde ve masal tadındaydı çocuk yaşlı balıkçıları bir masal babasını dinler gibi dinlerdi.

Kale’de büyüyen bir çocuk olarak ben de istavrit lüfer kefal barbun torik kalkan (tahta balığı) palamut hamsi zargana tirsi karagöz mavruşgil kırlangıç uçar yani Bolaman denizlerinde çıkan balıkların birçoğunu tanıyordum ama onca söylencesini dinlediğim efsane deniz memelisini hiç görmemiştim oysa o da aynı denizin canlısıydı. Yüzgeçleri kuyruğu memeleri bıyıkları olan, soluk almadan suyun altında kalan, adam gibi kayada yatıp güneşlenen, hem denizde hem karada yaşayan ayıbalığı nasıl bir şeydi? Ayı ve balık birbirine hiç benzemeyen iki canlının birden adını taşıyan bu memelinin balığa mı ayıya mı yoksa herikisine birden mi benzediği sorusu çocuk aklımda yer etmişti. Ayıbalığını çok merak ediyor görmek için can atıyordum.

1955 yılı haziran ayında ailece İstanbul'a gitmiştik. Babam bizi Beyoğlun’da Melek sinemasında Walt Disney’in Jules Verne’nin romanından beyaz perdeye aktardığı DENİZLER ALTINDA 20,000 FERSAH adlı çocuk filmine götürdü. 10 yaşımda adeta büyülenerek seyrettiğim bu harika filmin kahramanı haşarı denizci NED’in (Kırk Douglas) en yakın arkadaşı birlikte oyun oynadığı, şaklabanlıklar yaptığı, gitar çalıp şarkı söylediği Esmeralda adlı bir ayıbalığıdır. Hayatında ilk defa bir sinemada hem de o yıllarda az raslanan bir renkli filmde gördüğüm ayıbalığı (fok balığı) Esmeralda çok sevimli bir şeydi.

O yaz İstanbul’dan Kale’ye dönünce denizin kıpırdamadığı durgun sıcak yaz günlerinde İnyanı’na Deliklitaş’a, Yalıköy’e, Medreseönü’ne yapılan kayık gezintilerinde hep bir ayıbalığı görmek ümidiyle adacıklara, suyun altında yüzeye yakın duran, hareketli oynaşan sularla örtülen açılan yosunlu kayalıklara, deniz mağaralarına, İnyanı'na, olanca kayalık çevreye bakıyor aranıp duruyordum. Bu arayış tutkusu delikanlılık ve gençlik çağımda da yıllarca devam etti. Ne zaman kayıkla denize çıksam bu duygu hep benimle beraberdi ama Kale denizlerinde yüzdüğüm ve gezdiğim onca yıllarda ayıbalığı görmek bana kısmet olmadı.

Kale’de ayıbalığı denen Akdeniz fokunun son yüzyılda Karadeniz’de soyunun azaldığı, giderek daha az görüldüğü hatta son yıllarda hiç görülmediği biliniyor. Bu deniz memelisi acaba hangi nedenle Bolaman denizlerine küsüp gitmişti? Ayıbalıkları; belki de kendi habitatı (doğal yaşam çevresi) olan kayalık kıyı şeridinin ve adacıkların karayolu, tünel, mendirek, liman, iskele, dalyan, çekek yeri, balık çiftliği, barınak gibi yapılarla işgal ve yok edilmesi, denizin kirlenmesi, beslendiği balık türlerinin azalması veya tümden kaybolması nedeniyle bizim denizlerden kaçmış, göç etmiş olabilirdi.

Ayıbalığı soyunun Karadeniz’de azalmasına ya da yok olmasında trolcülük, bombayla balık avı gibi denizaltı bitki örtüsünü, doğal florayı, balıkların yumurtlama ve üreme ortamını yok eden, yanlış ve yasak avlanmanın neden olduğu da sorgulanması gereken bir durum. Akla gelen başka bir neden göreceli olarak serin suda yaşamayı seven ayıbalığının Karadeniz’de ortalama su sıcaklığının yükselmesiyle yöreden uzaklaşmış olmasıdır. Ayıbalığını denizlerimizden kaçıran koşulları tetikliyor sonra da acaba neden kaçtılar diyoruz! Demek ki suçu kendimizde aramalıyız.

Bu sevimli deniz memelisinin aynı bizim gibi aile hayatı olan, bir çeşit toplu ortak yaşamı sürdüren, zeki, avcı, oyuncu ve eşini kıskanan, ehlileşmeye uygun yaratılışta bir memeli türü olduğunu okumuştum. Son olarak Fatin Hazinedar’ın “Küçük bir adanın not defterinden BOLAMAN” kitabını okurken 216 ıncı sayfaya geldiğimde birden heyecanlandım sevindim. 1985 yılında Kale’de İnyanı’nda 3 ayıbalığı görüldüğü yazıyordu. Bu haber benim bazı hayaller kurmama neden oldu.

Birkaç çift ayıbalığı getirilip biyolojik gözetim ve denetim altında denize salınsa bu güzel memelileri Bolaman doğasına yeniden kazandırmak mümkün olabilirmi diye düşündüm. İnyanı koyu ya da Deliklitaş gibi kayalık bir habitatta (doğal yaşam ortamında) güvenli bir deniz alanında oluşturulacak bir doğal akvaryum projesine ne dersiniz. Böyle bir proje olabilir bir şey midir? Başarı şansı nedir? Bu konuda deniz biyolojisi uzmanlarından bilgi alınsa. Bolaman ve Ordu çevresi için büyük bir kazanım ve güzellik olur diye düşünüyorum.

 -BALIKÇILARIN GÜNAHI - BOMBAYLA BALIK AVI

Kale’de öğlenüstü yaprak kımıldamıyordu, deniz duru yeşil, gökyüzü duru maviydi, ufka yakın beyaz ve leylak ince bulutlar vardı. Suda tüneyen akkuşlar karabataklar başları omuz teleklerinin arasında yatkın öğle uykusundaydı. Bolamanlı üç balıkçı balığa çıkıyorlardı, ben de onlara katıldım.

Ağlar, misineler, kancalar, mantar ve kurşunlarla dolu kayığa bindik. Dümende oturan reis makineye yolverdi Boklutaş’ın altından geçtik. Balıkçılar nedense o gün durgun ve suskundu. Kıyıdan uzaklaşınca balıkçılardan ikisi soyunup giysileri çıkardılar üstlerinde mayoları (yüzme şortları) vardı, belki şöyle bir suya girip çıkıp serinleyecekler diye düşündüm.

ree

Boklutaş’ı geçtik İnyanı’na yaklaşıyorduk ilerde sağ yanımızda denize dik inen sırtı bodur ağaçlarla, çalılarla kaplı kayalıklar vardı. Denize bakan sırtı yosunlu, sarı sarı likenli yer yer çıplak boz ve kahverengi kayaların gölgesinde kalan koyu yeşil denizin üstünde gökyüzünde çığrışarak döneleyen, yükseklere uçuşan, alçalıp denize konan, kanat çırpıp sudan havalanan akkuşlar vardı. Kayığın başüstünde elini alnına siper etmiş denizi gözleyen balıkçı kuşları görür görmez ayağa kalktı eliyle akkuşların uçuştuğu yeri göstererek dümenciye kıyıya gel diye işaret etti.

Reis dümeni iskeleye (sol tarafa) basarak kayığın başını kuşların olduğu yöne çevirdi. Soyunuk balıkçılardan biri aceleyle diz çöktü başaltı dolabından aldığı bir tutam dinamit talaşını avucunda yayıp açtığı yuvarlak hamurun içine koydu, makarada sarılı fitilden 6-7 santim uzunlukta bir parça kesti, kestiği fitili bir ucu dışarda kalacak çekilde dinamit talaşına yerleştirdi, hamurun iki ucunu birleştirdi parmaklayıp bastırdı yuvarlayıp kapattı, Dinamit lokumu denilen bomba hazırdı.

Kuşların uçuştuğu yere yaklaşınca reis motoru ağır yola aldı sonra istop etti kayık motorun hızından arta kalan ivmeyle suda kayarak ilerliyordu. Ben reisin komutuyla orta iskarmozlara bir çift kürek takıp siya ederek (geriye doğru kürek çekerek) kayığın hızını kestim. Tam da av alanına girmiştik, kuşlar tepemizde çığlık atarak bağrışarak döneliyordu, göz koydukları ava ortak çıktığına kızmışlardı, gökten süzülerek dalışa geçiyor, pike yaparak saldırıyor bizi av alanından kovmaya çalışıyorlardı. Aslında hakçası bu balıklar kuşların hakkıydı balık sürüsünü bizden önce onlar görmüştü.

Denize çıkarken bombayla balık avlamaya gittiğimizi bilmiyordum, bana söylememişlerdi. Hiç sevmediğim onaylamadığım ama çok merak ettiğim bombayla balık avına tanık olacaktım sanki bir filim izler gibiydim. Ağzında sigara, elinde dinamit lokumu olan balıkçı kayığın başüstüne çıktı ayağa kalktı gözleri denizin altını kolaçan ediyor balık sürüsünün en yoğun olduğu yeri sürünün dibe düşen gölgesini izleyerek kestirmeye çalışıyordu, Vücut dilinden çok gergin olduğu belliydi, ateşe hazır bir tüfek gibiydi. Derinlerde dolaşan balık sürüsü başına geleceklerden habersiz, kızgın öğlen güneşinin suda kırılan ışınlarıyla ışıyan yeşil sularda sırtları lacivert ve gümüş uysal bir sürü geziniyor, sürünün gölgesi deniz dibindeki yosunlu kayalara ve beyaz kumlara düşüyordu. Güzelim balık sürüsü belleğimde yer eden bir görüntüyle sessiz salınarak kayığın altından geçti.

Aradığımız avı bulmuştuk. Bombacı; sürü kayıktan uzaklaşana kadar bekledi, bomba kayığın en az altı yedi metre uzağında ve tam sürünün üstünde patlamalıydı. Bombayı ne zaman ne kadar uzağa atacağı bombacının deneyimine ve kestirimine bağlıydı, kazara yakına düşecek bir bomba kayıktakilerin canını yakabilirdi.

Bombacı kayalara onbeş yirmi metre kala sigarasından bir nefes daha çekti tütünün ateşini parlattı, sol elindeki yarım sigarayla sağ elindeki dinamit lokumunun fitilini ateşledi, ayak parmaklarının üstünde yükseldi yaylandı olanca gücünü topladığı sağ kolunu omuz hizasından geriye doğru açtı, birden hamle ederek avucundaki bombayı ileri doğru fırlattı. Bomba havada ince siyah bir iz (duman) bırakarak uçtu yükseldi sonra geniş bir yay çizerek alçaldı denize düştü gözden kayboldu. Biz kayıktakiler nefesimizi tutmuş denizden gelecek patlama sesini bekliyorduk. Birkaç saniye geçti geçmedi BOOOMMM! Denizin altından gelen boğuk sesle birlikte patlamanın yarattığı basınçla altımızdaki teknenin borda ve taban tahtaları sıkıştı gıcırdadı, kayık alttan gelen itmeyle suda bir karış kadar yukarı kalktı ve oturdu, biz kayıktakiler bu darbeyle iyice bir sendeledik. İlerde dinamitin patladığı yerden yuvarlak donuk beyaz silindir şekilli bir su kitlesi yükseldi havada açılıp dağıldı köpüklendi, çevreye halka halka dalgalar yayılıyor dipten yukarı milyonlarca hava kabarcığı yükseliyordu, fıkır fıkır kaynaşan suların kristal berraklığı gitmiş akbeyaz hava kabarcıklarından başka hiçbirşey görünmez olmuştu. Kayığın başüstünde alesta bekleyen iki balıkçı avcı sular biraz durulana kadar yirmi otuz saniye belki kırk saniye beklediler yeşil derinler yatışıp ak karadan seçilir olunca denize başüstü dikine daldılar ikisi de iyi yüzücüydü kollarıyla yüzgeç çekerek bacaklarıyla makas yaparak en dibe kadar inen dalgıçlar dibi elledikten sonra çevik bir bel hareketiyle yukarı döndüler, ağızdan soluk vererek suyun altında kalabildikleri en uzun sürede yavaş yavaş yükselmeye başladılar Patlamanın yarattığı basınçla sıkışıp can veren yüzlerce ölü balıktan kucağa düşenleri toplayarak yüzeye çıktılar. Soluklanan dalgıçları kayığa aldık, deniz altında iki dalgıçın kucağında toplanan balık topu topu 15-20 taneydi.

Gerçekte bu bomba katliamında sayısı bellisiz balık, yengeç, böcek, midye, su altı bitkileri, mercan ve yosun telef olmuş, dahası balıkların yumurtlama ve döllenme alanı olan anaç tabiat, denizin milyon yılda oluşan doğal kaya ve mercan şekillenmesi (formasyonu) tahrip olmuş, denizaltı kozmozunda kıyamet kopmuştu. Binlerce canlı türünün hayat yuvası mavi vatana bu kötülüğü nasıl yapabilmiştik.

Bombayla avlanma balık türlerinin tükenmesine, yapıldığı yerlerde denizaltı naturasının tahribine neden olmuş çok yanlış bir avlanma şeklidir. Bunu anlatmak bana zevk vermiyor ama gençler ibret alsın, bu gibi ölümcül yanlışlar bir daha yapılmasın, insanlar bilinçlensin diye kaleme aldım. O yıllarda yaban hayatının ve doğal çevrenin korunması düşüncesi dünyada çok yeniydi hele de ülkemizde halk arasında hiç bilinmiyordu. Balık türlerinin hiç tükenmeyecek kadar bol ve sonsuz olduğu sanılıyordu.

Bu yazıda anlattığım olayı birlikte yaşadığım Bolamanlı balıkçıların adı bende saklı kalacak. Onlar yapılan yanlışın bilincinde olmayan, ekmek parası ve geçim derdiyle uğraşan sade insanlardı.

 -KAHRAMAN DENİZCİ

Polemon’dan Bolaman’a yüzyıllarca balıkçı ve kayıkçılar, ekmeğini denizde arayan, öyle veya böyle denizin cazibesine kapılan insanlar denizle sevgili ve oynaş olmuş kimi de fırtınasından korkmuş küsmüş denizden elini ayağını çekmiştir. Denize açılan insanlardan fırtınada kaybolanlar, gidip geri gelmeyenler, ardından tütsüler yakılan, ağıtlar okunan, kilisede veya camide dua edilenler, hayatta kalsın, sağ dönsün diye adak adananlar da çoktur elbet. Çok eski değil 1950’lerde 60’larda bile Bolaman denize şehitler verdi. Ben çocukken bir kış günü müthiş bir karayel fırtınası kopmuş ertesi gün dalgalarla kıyıya vuran bir takanın başaltında iki denizcinin cansız bedenleri bulunmuştu. O yıllarda teknelerde güçlü makinalar, radar, sonar, telsiz gibi teknik donanımlar ve fırtınada sığınacak barınaklar yoktu. Balıkçılar varsa yoksa tahta kayığın başına çakılan ilkel bir pusulaya ve reislerin denizcilik hünerlerine güvenerek tanrıya emanet denize çıkarlardı. Denizde ekmeğini kazanmak, yaman mı yaman bir işti denizci olmak.

Çocukluk yıllarımda Kale’de örnek aldığım gençlerden biri Erol Özdeniz’di. Yaz kış yakası bağrı açık dolaşır, yağmurdan kardan sudan soğuktan çekinmezdi. Atletik son derecede çevik, karşısına çıkan güç ne olursa olsun meydan okumayı, boğuşmayı seven, güce teslim olmayan, yerinde kavgacı, yerinde dik başlı, sözünü esirgemeyen, genel kabul gören yerleşik değerlere âsi aykırı bakışlı, kimseye beyim paşam demeyen eğilmeyen bükülmeyen, yenilik arayan duruşu dikkatimi çekiyor çocuk ruhunun beğenisini kazanıyordu. Erol o dönemdeki asi gençliğin bire bir örneğiydi. Erol’un annesi annem Şerefnur hanımın çocukluk arkadaşı Çavuş Fadime abla - Bu çocuk biraz durulsa bu kadar asi olmasa der dururdu.

Erol Özdeniz 15-17 yaşlarında 1 temmuz denizcilik ve kabotaj bayramında sualtı yüzme yarışında hep birinci gelir, konağın önünden suya dalar Devrent yanında çıkardı. Yarışı seyredenler çocuk görünmez oldu, nerede kaldı, acaba birşey mi oldu diye meraklanırdı. Bir gün yalnız yakaladığım Erol’a sordum - Nasıl oluyor su altında bu kadar. ok kaliyor bu kadar hızlı yüzebiliyorsun dedim. Güldü Ben derine dalarım her yüzgeçte bir ayağımla denizin dibine vurarak kumları tekmeleyerek hız alırım dedi sırrını bana verdi. O zaman anladım ki Bolamanlı Erol yüreğinde; rüzgâr gibi deniz gibi en büyük doğa güçlerine karşı bile bir yenilmezlik ihtirası taşıyordu. Kim bilir bu duygu belki birgün bir türlü ortaya çıkacaktı.

1967 yılı karakışında büyük bir sel oldu, ırmaklar taştı, köprüler yıkıldı, yollar uçtu, düzen bozuldu. Ayandon fırtınasında Fatsa açıklarında en büyük hamsi ığrıbının en büyük iki alamatra balıkçı motoru kar tipisine ve karayel denizine yakalandı. Tekneler alamatranın boyunu aşan, sığlıkta yarılıp çatlayan büyük dalgalardan kıyıya gelemedi, deniz yatışır diye alamatralar çifte demir üstünde üç gün üç gece bekledi.

Gece gündüz denizden motorların olduğu yerden imdat isteyen sesler geliyor geceler Fatsa halkının gözüne uyku girmiyordu! Ankara’dan helikopter istendi, fırtınadan gelemedi. Belki hava yatışır fırtına diner diye demir üstünde üç gün üç gece beklendi. Geçen üç günde teknelerde kalmadı ne bir dilim ekmek ne içecek bir damla su, birşey vardı yalnız ölüm korkusu.

Üç gündür denizde dalgalara fırtınaya tutsak olmuş ölümü bekleyen denizcilerin dramı kendisi de bir denizci olan Erol Özdeniz’i dipten derine huzursuz ediyor, kayıkçı yoldaşlarının çaresizliğe teslim olması çok ağrına gidiyor içi içine sığmıyordu. Adamlar 20 inci yüzyılın 1967 yılında aya gidilmeye ramak kala Fatsa koyunda azgın denizin insafına terk edilmişlerdi. Koskoca devlet bile denize karşı aciz, dili damağı kurumuş, eli kolu bağlanmıştı. Mutlak birşey yapmalı bu insanları kurtarmalıydı.

Dördüncü gün sabah erken son umutlar da sönerken denizci Erol Özdeniz Fatsa’da kumda çekili kırmızı kayığın yanına geldi, feleklerin üstünden barbaları aldı, ırgata bağlı halatı çözdü, kırmızı kayığın bordasını okşadı, kayıkla konuştu - Haydi yoldaş yine iş başa düştü dedi. Erol’un kayığı hazırladığını görenler - Yapma etme gitme o adamlar elden gitti bari sen gitme, cahillik etme denizle oyun olmaz dalgaya gem vurulmaz! dediler ama Erol’a söz dinletemediler.

ree

Resim: EROL KAPTAN 1993’te Tunceli’de PKK’yla çarpışırken şehit düşen oğlu matematik öğretmeni Zafer Özdeniz’in adını taşıyan çırnık kayığında.

Erol’un içinde sabır teli kopmuş cesur yürek oku yayından atılmıştı bu bir savaştı ve cepheden kaçış yoktu. Yanına kendi gibi yürekli bir kayıkçı, 30 somun ekmek, iki desti içme suyu, bir çuval fındık kabuğu ve ölümü göze alarak çatlayan dalgaların arasında bir görünüp bir kaybolarak kıyıdan uzaklaştı demir üstünde yatan alamatralara ulaştı. Üç gündür fırtınanın elinde perişan korkuya esir çaresizliğe teslim aç ve susuz denizciler yaklaşan kırmızı kayığı gördüler yeniden hayata döndüler. Kazazede denizcilerin gözünde canlarını kurtarmaya gelen Erol reis değil Hızır aleyhiselamdı, yaklaşan kırmızı kayık kırmızı kanatlı bir evliyaydı!

İki alamatrada sıkışıp kalan otuz adam ekmeğe suya ve ümide kavuştular. Erol Özdeniz ve adını bilmediğim diğer kayıkçı her seferde beş kişi taşıyarak altı seferde otuz can kurtardılar. Alamatralar boşalmıştı, Erol bazı gereçleri almak için son bir sefer daha yapacaktı ki tam o sıra yukarıdan aşağı dev bir deniz geldi, aldı kayığın başını kaldırdı köprünün altına çaktı, kayık parçalandı. Erol Özdeniz ve adı bilinmeyen yürekli arkadaşı nasıl oldu o can pazarında bir sıçrayışta kayıktan köprüye atladılar ölüm pazarından canlı çıktılar. O yıl o amansız fırtınada Samsun’dan Ordu’ya kadar kıyı boyunda Erol Özdeniz’den başka tek bir gönüllü cankurtaran çıkmadı. Oysa yiğidin alnına yazılı olup vaktini saatını bekleyen bir şey vardı Erol Özdeniz’in yüreğinde saklı yenilmezlik ihtirası 1967 kışında Fatsa denizinde Ayandon fırtınasında ortaya çıktı. Bolamanlı Erol Özdeniz gerçek bir kahramandı.

S O N

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page