top of page

GÖÇ

ree

Eski Kale’de eyyamı buhur sıcaklarında Kurşunçalı yaylasına çıkılır, yaylada 2 ay kalınır, Eylülde hava serinler otlar azalır yükler bağlanır, göç dizilir iki günlük yoldan Kale’ye dönülürmüş...

Biz çocuklar büyüklerden işitip duyduğumuz koyunlu kuzulu kısraklı taylı ballı kaymaklı sağlıklı serin havalı yayla göçüne öykünür göç hayalleri kurardık. Çocukların göç rüyası 1956 Eylülünde hakikat oldu. Ailece evcek İstanbul’a göç vardı. Bu göçte sürü yoktu, çoban yoktu, koyun köpekleri yoktu, göç atla deveyle katırla değil kamyonla olacaktı, bu göçün yayladan inişi, 2 ay sonra Kale’ye dönüşü de yoktu. İstanbul’a taşınma sosyolojik açıdan göç sayılırdı ama bu göçün ana nedeni çocukların iyi okullarda okuması ve annem Şerefnur hanımın İstanbul sevgisi, İstanbul`da yaşamak arzusuydu. Zaten her yaz İstanbul’a gidiyor bir aydan çok kalıyorduk.

ree

Hikayeye İstanbul’a taşınmadan 5 yıl önce geçen bir olayı anlatarak başlayalım.

1951 yaz sonu 2 ay kaldığımız İstanbul’dan bir gün önce dönmüştük. Dede yadigarı Rasim Efendi (Doğan Bey) bizi Medreseönü’nde evine yemeğe davet etmişti. Kale’den Medreseönü’ne kayıkla gittik Doğan beyin evinin önünde küçük kumsala baştankara ettik. Bizi Rasim Efendi ve eşi Fatma yenge karşıladılar. Annem babam Argun ağbim doğru eve çıktılar. Biz 3 çocuk: Mahmut, Nesrin ve ben kumsalda kaldık yemek hazır olana kadar kıyıda oynayıp oyalanacaktık. Kıyıda misineyle balık tutan yaşça ve boyca akranımız (6-7 yaşında) bir çocuk vardı. Bizim orada olmamızdan pek hoşlanmamış olmalı ki kızgın bir edayla bize; “Nereden geliyorsunuz?” Dedi. İstanbul’dan geliyoruz, deyince eliyle hadi oradan der gibi ters bir hareket yaparak; “Ha.....tir!” dedi!

Çocuk İstanbul’dan geldiğimize inanmamış, yalan söylediğimizi sanmış ve bize kötü yanıt vermişti. Aslında çocuk böyle düşünmekte çok da haksız değildi. O yıllarda İstanbul Amerika kadar uzaktı, gitmeye gelmeye çok ıraktı. Taşı toprağı altın İstanbul henüz açılmamış köyden şehre göç başlamamıştı.

Şimdi tekrar göç gününe dönelim: Babam Fatsa’dan bir doç (Dodge) kamyon kiraladı, şoför esnafının semerli doç dedikleri güzel ve güçlü bir araçtı. Kasası petrol yeşili brandayla örtülü kaportası lâcivert kamyon sabah saat 5'de Kale'ye geldi konağın önündeki rampaya park etti. İstanbul’a gidecek eşyalar mobilyalar: Kadife koltuk takımı, şezlong, aynalı gardrop, maun kaplama karyola, 2 komidin, aynalı tuvalet masası, hazeran koltuk, markiz, maun kaplama yemek masası, 6 iskemle, kristal camlı büfe, vitrin, annemin dışı deri kaplı içi iki katlı büyük çeyiz sandığı, meşin bavullar, hurç, yatak denkleri ve bir çuval fındık yüklendi.

ree

Çadırın altında mobilyaların arasında dolaşacak kadar bir boş alan kalmıştı. İstanbul yolcuları Argun ağbim, Tomris ablam, kardeşim Mahmut ve benden başka İstanbul’da eşyaların indirilmesine yardım etmek üzere Hayriye ablanın eşi Ali Cihan ve Lâleli’den Niyazi (Demirbaş?) bizimle İstanbul’a gideceklerdi ayrıca Fatsa’dan binecek bir yolcu daha vardı. Şoför Peyami kara gözlü kara kaşlı, yakışıklı, çok kibar görgülü bir gençti. Kale’den İstanbul’a 2 günden çok süren yolculukta nezaketini saygılı tavrını bir an için aksatmadı...

Ben motor sesi dinleyerek vites değiştirmeyi ilk Peyami’den öğrendim. Usta şoför Peyami kamyonu çok ihtiyatlı sürüyordu.

Veda ve uğurlanma

Ailenin eski ortakçıları Bozlakoğlu Abdullah, Tonuç Mustafa, Kömürlüoğlu Mahmut, Cevat ve Cemil kardeşler, Mendek Emine, Çındık Ayşe, başkaca Çamurali’nin Mehmet Cihan ve eşi Hatçe nene, Hayriye abla, bizi uğurlamaya Kale’ye gelmişlerdi. Annem gidecek diye gözyaşı döken Mendek Emine Şerefnur hanımın şimdi değil üç ay sonra gideceğini duyunca kalkıp boynuna sarılmış gözyaşı dinmiş yanağı gamzelenmiş yüzü gülmüştü.

Her yaştan Kalelilerle büyük büyükle çocuk çocukla konağın önünde çeşmenin yanında kucaklaşıp ısmarlaştık kamyona binmeden önce çocuk iki avucunu birleştirdi Garipöldüren suyundan doya doya içti. Arkamızdan eller sallanarak ve yola su dökülerek uğurlandık.

Aslında bizi uğurlayanlar bu gidişin bir uzun ayrılık olmadığını yılın üçte ikisi okul zamanı İstanbul’da, okullar kapanınca yaz tatilinde Kale’de olacağımızı biliyorlardı ama ah işte o eşya dolu kamyonun göç manzarası yok mu! Eşya bir kere yüklendi mi o ayrılık ergeç bir gün olacak demekti, artık o göç denen yazgıdan geri dönüş yoktu, veda duygusunu asıl ateşleyen de işte buydu, ruha işleyen göç algısı hislerimizi de sözlerimizi de etkiliyordu. Lâcivert Doç kamyon selamlığın önünden ana yola çıkana kadar sürekli korna çaldı. Bizi uğurlayan kalabalık o yılların küçük Kale’sinde kadın erkek çoluk çocuk 40 kişi vardı.

Merzifon Çorum Sungurlu arası yol yapımı sürdüğü için trafik geçici olarak Merzifon Yozgat Sungurlu Kırıkkale üzerinden işliyordu, bu sebeple Samsun Ankara yolu 170 km kadar uzamış 700 km.yi aşmıştı. Bu güzergâhta çalışan ağır yol makinalarına öncelik veriliyor, makinalar çalışırken araçlar bekliyor trafik duruyordu. Yolun yarısını dolduran toprak yığınlarından arta kalan dar geçeye bir araba ancak sığıyordu. Yolda geçme şeridi yoktu önde giden aracın kaldırdığı toz bulutu içinde kalmamak için Peyami önde giden aracı biraz geriden takip ediyordu. Buna rağmen yolun durumuna göre kamyon fren yapacak olsa arkadan gelen toz bulutu yavaşlayan kamyonu içine alıyor inceden ince toz kasayı örten çadırın aralarından sızarak kasada giden yolcuları bunaltıyordu.

Bu şekilde kah tozlu kah tozsuz kilometrelerce yol gittik. Şoför mahallinde yolculuk fazla sarsmıyordu ama toz girmesin diye camları ve havalandırma kapaklarını kapatınca içerisi bunaltıcı sıcak oluyordu. 2 saatte bir kardeşim Mahmut’la yer değiştiriyor birimiz şoför mahallinde oturan Tomris ablamın yanına birimiz arka kasaya geçiyorduk.

Kamyonun arkası bir bakıma şoför mahallinden daha rahattı kadife koltuklarda yatıp uyuyabilirdin. Ama çocuk için şoförün yanında oturmak yolu görmek pilot kabininde uçmak gibi bir şeydi! Yolda akıp geçen tek katlı küçük pencereli taş ve kerpiç evler, yol inşaatı, dozerler grayderler ekskavatörler kepçeler huberler (bıçaklı düzleyiciler) silindirler tüm bu makineleri bir arada ve çalışır durumda görmek çocuklarda mühendis olmak isteği uyandırıyordu.

Bu seyahatten hatırımda kalan diğer bir izlenim; Karadeniz’in yeşilliğine karşı Orta Anadolu’nun toprak sarısı köyleri, toprak evleri ve tozlu sıcağıydı ama bu coğrafyada Karadeniz’de olmayan güzel şeyler vardı rutubetsiz kuru hava ve altın rengi ekin tarlaları! Çocuk Anadolu'nun tezatlarını ve ayrıcalıklarını ilk bu yolculukta fark edecekti…

Kırıkkale’ye vardığımızda akşam olmuş hava kararmıştı. Ankara’ya kadar kalan yolun en zor kısmı 1135 metre irtifalı Elmadağ’a çıkarken kamyon hayli zorlandı. Ankara’nın ışıkları göründüğü zaman gece saat 10’a geliyordu. Kale Ankara arası (850 km) yaklaşık 14 saat sürmüştü

Ulus’da Cihan Palas otelinin lobisinde aynadaki görüntüye gözüm takıldı hepimizin yüzü göğkeçemen (yeşil kertenkele) gibi yeşile kesmişti! Şaşırdım, bize ne olmuş, dedim! Otelin resepsiyonunda yeşil bir ışık yanıyor sandım. Biraz zaman geçip de gözlerim ortama alışınca anladım saçımız başımız, elimiz yüzümüz ince bir toz tabakasıyla kaplıydı, tozun boz rengi floresan ışıkta yeşil görünüyordu.

Odalara çekildik elimizi yüzümüz yıkadık 4 saat uyuduktan sonra tekrar geceden yola çıkacaktık. İstanbul’a vakitli varmalı gün karamadan eşyaları indirmeliydik.

Gece Bolu dağında yolun sağında 4 akslı uzun ve yüklü bir kamyon devrilmiş yan üstü yatmıştı. Soğuk gecede ısınmak için ateş yakan şoför közlenen ateşin yanı başında yerde paltosuna sarınmış uyumuştu. Peyami kamyonu durdurdu arka kasada uyuya kalmış olan yolcular uyandı çadırın altından çıkarak karanlık ve serin Bolu dağına indiler, Ali Cihan uyku sersemi yolda devrilip yan yatan aracı bizim kamyon sanmıştı!

“Ben gece yola gitmeyelim gece kazalı olur demedim mi?” diye Argun ağbime çıkışıyor sitem ediyordu. Ali ağbi biraz sonra yüzüne vuran serin dağ havasıyla uyandı kendine geldi, yan yatan aracın bizim kamyon olmadığını fark etti. Yerde yatan şoför de uyanıp kalkmıştı, bir yardıma ihtiyacı olup olmadığı soruldu, meğer muavini göndermiş yardım istemiş, devrilen kamyonu çekip doğrultmak için bir makine gelecekmiş.

Herkesin uykusu kaçmıştı yeniden yola koyulduk biraz ilerde kahvehaneden bozma, tavanda asılı bir lüks lâmbasıyla aydınlanan lokantada kahvaltı molası verdik. Gece sabaha karşı yarı çiğ yarı pişmiş ılık ve vıcık vıcık, içinde domates biber parçaları yüzen hayatımın en kötü menemenini getirip önüme koydular! Midem kalktı yiyemedim.! Şimdi konfor ve hizmet yarışı yapan Bolu Dağı lokantaları o zaman böyleydi. Yeniden yola koyulduk Bolu dağının çam kokulu sisli sabah manzaraları bana en kötü menemeni çabuk unutturdu (!).

1956 yılında İstanbul’un nüfusu 1.5 milyon vardı yoktu.

ree

Ankara yolu tarihi Ayrılık çeşmesinin yanından bükülerek Üsküdar’a iniyordu. Üsküdar sokakları ağır çekim sinema gibiydi tarihle çağı buluşturan resimler gözlerimizin önünden bir bir geçiyordu Eski gravürlerden çıkma camiler, sebiller, tahta evler, mezarlıklar ve seyyar satıcılar sanki hiç değişmemişti. Bu eski dekora ek olarak çağdaş İstanbul’un parke taşları, elektrik direkleri, tramvayları, demir tekerlekli at arabaları, paytonlar, Büssing marka belediye otobüsleri ve damalı taksiler! Bu yeni katılımlara rağmen Üsküdar hala eski pitoresk (resimsi) Üsküdar’dı.

Üsküdar meydanı deniz kokuyordu, denizden vapur sesleri geliyordu. Araba vapuruna giden sıraya girdik. İstanbul’a gelmiştik. Gişeden bilet alarak Avrupa yakasına Kabataş’a geçecektik. Kamyon bileti şoför dahil 10 liraydı. Argun ağbim kamyona bilet almış ama arka kasada giden 6 yolcuyu hamule (yük) saymış unutmuştu belki de bizi görünmez sanmıştı (!). Ama öyle olmadı bilet kontrol memuru kamyonun kasasına tırmandı petrol yeşili branda örtüyü kaldırdı 6 yolcuyu eliyle koymuş gibi buldu, üstüne üstlük her birimize cezalı bilet kesti!

Araba vapurunda kamyondan indik elimizde simit ve çay Boğaziçi’ni seyrederek karşı kıyıya Asya'dan Avrupa'ya geçtik. Bolaman'dan gelen göç bu geçişle kıtalararası bir göç olmuştu.

Dolmabahçe’de İnönü stadının (şimdiki Beşiktaş stadı) yanından Bayıldım yokuşunu çıktık, Maçka kışlasının, Maçka sanat okulunun ve Maçka Palas’ın önünden geçtik, Teşvikiye Camisinin yanından sağa döndük. Şakayık sokakta No:4 İmren apartmanının önünde durduk. Kale’de 2 gün önce sabah başlayan göç İstanbul’da Teşvikiye’de öğlen vakti sona erdi. Bu göç bizi sadece Kale'den İstanbul'a değil Asya'dan Avrupa'ya taşımıştı.

Teşvikiye’de kiraladığımız daire 150 m2, tavanı yüksek, çok pencereli 3 balkonlu, bir yanından Kısıklı sırtları, Küçük Çamlıca, Boğaziçi, şehir hatları vapurları, Karadeniz postası, arka balkondan Ihlamur köşkü, Yıldız sarayı, Yıldız camisi, Serencebey’e kadar Ihlamur vadisi, Topağacı Kır Kahvesi görünen aydınlık havadar ferah, kaloriferli şofbenli hava gazlı konforlu bir daireydi. Buna rağmen çocuk Kale’deki evi, geniş sofayı, sıra sıra pencereleri, odun ateşini, ocaklı odaları , tahta sedirleri, deniz sesini daha ilk günden özledi. Apartman hayatı ne kadar konforlu olsa da fayda etmedi, yüreğinde Kale deniz ve Kale'deki evin özlemi çınladı durdu Kale’den İstanbul’a göç hem hüzünlü hem sevinçli olmuştu!.

SON


RESİMLER:

İstanbul uğruna ayrıldığımız Kale

Göçü İstanbul’a taşıyan doç (dodge) kamyon

Kale’den kalkan göçün konduğu yer: Teşvikiye.

Teşvikiye Camii 1854'de Sultan Abdülmecit devrinde Neo Barok (Yeni Barok) üslûbunda yapılmıştı. Evimiz caminin arkasında Şakayik sokaktaydı. Ramazanda iftar açmak için minarenin şerefesinde ışıkların (kandillerin) yanmasını beklerdik.

 

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page