top of page

CİNCİ MEMHET DAYI, DELİ ALİ VE ÜFLET DEDE

Mimar-Yazar, KANADA

ree

CİNCİ MEMHMET DAYI

Cinci Mehmet Dayı ufak tefek kesimli ama büyük yürekliydi.  Eski Kale’de herkesin sevdiği hiç kimseyi kırmamış bir büyüğümüzdü. Benim tanıdığım Cinci Mehmet 1950’li yıllarda yaşı yetmişe yakın olmasına rağmen bedenen çok sağlıklıydı. Biraz öne doğru eğik yürür kollarını kanat gibi iki yana açar, sırtına yasladığı girebiyi sapından ve ağzından tutarak bahçeye dal,  diken, yabani ot kesmeye, tırpana gider gelirdi. Ayaklarında her zaman dize yukarı çekilmiş beyaz yün çorap giyerdi. Sırtında girebiyle Aydın efesi haşmetinde yiğit edâlı bir yürüyüşü vardı.

Cinci Mehmet dayı iki eşliydi. Nehir ablayla Pakize abla kadar güzel geçinen başka kumalar varmıydı bilmem. Bunun sırrını bir kere Pakize ablaya sormuştum o da gülerek “O güzel huylu bir kocaman biz de iki bacı bir evde geçinip gidiyoruz işte” demişti. Cinci Mehmet dayı yanaklarından aşağı çenesini saran ipek gibi yumuşak ve ince akbeyaz sakallı, beyaz tenliydi. Açık renk gözlerinde neşe, muziplik ve merhamet okunurdu. Bana göre islamiyet öncesi Türklerin inandığı göktanrı dinine ve şamanlığa ait bazı inanç ve ritüelleri yaşatan nesli tükenen nâdide bir kadim kültür insanıydı.

Yağmur yağdıran, hasta sağaltan Şamanlar gibi bir bilge kişiliği vardı. Uyguladığı ritüellerin törensel pratiklerin etnoğrafya bilimi için çok değerli bilgiler içerdiğini ve kendisinin şaman kültürünün son temsilcilerinden biri olduğunu belki de ne bildi ne de önemsedi. Hasta sağaltma işini hiçbir karşılık beklemeden sadece iyilik olsun diye yapıyordu. Türkiye’de sağlık hizmetlerinin kıt kanaat hele de uzak köylere hiç uğramamış olduğu yıllarda kendisine kâh iki kişi koluna girerek zorla yürüyebilen ya da sedyeyle taşınan hastalar gelirdi. Bu hastaları evinde kimsenin bilmediği, bir anlam veremediği unutulmuş şaman tababetiyle sağaltmaya çalıştığı duyulurdu. Hastalar Cinci Mehmet dayının evinden kendilerini iyi hissederek enikonu sağalmış en azından mânen (ruhsal bakımdan) ferahlamış olarak çıkarlardı. Mehmet dayının hasta sağaltma usullerinin hiç biri kayda geçirilmiş değildi. Bildiklerimiz kendisini iş başındayken görenlerin anlattıklarından ibaretti.

Acaba şifalı otlardan ilaçlar yapar mıydı?  Yere yatırdığı hastaların yüzünü de kapatacak şekilde bir örtüyle örttüğü, su dolu bir tası hastanın karnının üstüne koyduğu, tasın içine bazı dualar ya da niyetler okuduğu, hastaya okunmuş su serptiği, tütsü yaktığı, göbeğine bıçak bıraktığı, bazan da yerde yatan hastanın üstünden sıçrayarak bir o yana bir bu yana atlarken yüksek sesle sedâlandığı, şifa çağıran sözler mırıldandığı söylenirdi. Belki de bu özelliklerinden dolayı heteredoks yani bir çeşit sıradışı kişi sayılabilirdi. Cinci Mehmet ya da cincinin Mehmet lakabını nasıl aldığını bizim nesil hiç bilemedi. Cinci lakabı cin çarpmış, cin şerrine uğramış,  cinlenmiş insanları cinlerin etkisinden kurtardığı hasta sağaltma mesleğinde daha yoğun olarak hizmet verdği önceki yıllarda yakıştırılmış bir lâkap olmalıdır diye düşünüyorum. Kendisini rahmetle sevgiyle anıyorum, ışıklar içinde yatsın.


DELİ ALİ

Eski zamanlarda Türkiye’de hemen her şehrin, her kasabanın hatta her köyün bir delisi olurdu. Annem Şerefnur Hanım bana oğlum bazı insanlar hem deli hem akıllı olur derdi. Bu cümledeki deli ve akıllı sözcükleri aslında anlam olarak birbirinin zıddı olmakla beraber aynı zamanda insan doğasında var olan hem zıt hem de birbirini destekleyen iki olguyu ifade ediyordu.  Akıllı olmayı olayları, değişimi, önümüze düşen çözüm bekleyen sorunların çarelerini akıl süzgecinden geçirerek bilgiyle tartarak aceleci olmayan ölçülü mizanlı düşünce ve yaklaşım olarak tanımlayalım. Peki ya deli nedir delilikte nasıl bir yarar olabilir? Çoğu insanların delilik dediği aslinda öncülük, korkusuzluk, medeni cesaret varya işte o duyguya basirete uyanıklığıa sahip öngörülü bireylere toplumların çok ihtiyacı vardır.  Atılım için kimi deli dolu huylu kimi gerçek ya da samimi deliler deli sıfatının sağladığı dokunulmazlığa sığınarak sakınılan çekinilen söylenmesi zor gerçekleri çekinmeden söylerler. Bir bakıma bu anlamda biraz deli olmak belki de istenilen gerek duyulan bir şeydir. Deliler bazan doğruyu söyler.  Dede Korkut’un Deli Dumrulu, İstiklal Harbinin kahraman Deli Halit Paşası, halk hikâyelerinin öznesi Dağlar Delisi tarihimizden örnekler. Bizim eski toplumumuzda da belki bu anlayışla aklından zoru olan garip insanlara dokunulmaz mazur görülür onlarla hayat paylaşılır onlara da toplumda hayat hakkı tanınır varlıkları hoş görülür onlara elden geldiğince yardım eli uzatılırdı…

Güneş ay tutulması nasıl doğal bir olaysa akıl tutulması da doğal bir olay. Medreseönü’lü Ali’nin başına gelen de işte bu akıl tutulmasıydı. Güneş tutulmasında dünyanın bir süre güneş ışığından yoksun kaldığı gibi akıl tutulmasına uğrayan insan da bir süre akıl ışığından yoksun kalıyordu. İşte o süre içinde dünyayı çevreyi tam aydınlıkla göremiyor alaca karanlıkta yanılgılarla boğuşup duruyor onun yaşadığı ışıksız dünyayı bilmeyenler onun her hareketini garipsiyor sözlerine gülüyorlardı. Artık bu süreçte görüntüler bulanık, sesler titrek belirsizdir. Hayat madde olmaktan uzaklaşır,  gerçekle hayal karışır yasam muhayyel hale gelir. Olan biten herşey az seçilir, az sezilir,  az anlaşılır ama ışık az da olsa gördükleri yaşadıkları belleğine yazılır sonradan tutulma açılınca yaşananlar hatırlanır.

ree

Tanrı akıl tutulmasına uğrayan bu garip kardeşlerimizi aramıza göndererek bize emanet eder, belki de bizi onlara nasıl davranacağımızla sınamak ister. Erdemlerimizi yardımlarımızı mağfiret ve merhametimizi kısacası imanımızı takvamızı ölçmek istemiş, kullarım hayırda iyilikte yarışsın demiş olabilir. Bizim eski Kale’de de bu anlayışla delilere dokunulmaz onların varlığı hoş görülür elden geldiğince yardım edilirdi…

Deli Ali aslen Medreseönü’dendi. Akıl tutulmasına uğradığı dönemde arada bir Kale’ye gelir iki üç gün kalır onunla küçükler eğlenir büyükler hüzünlenirdi. Çocuklar Ali’nin peşine takılır laf atar arkasından gizlice yaklaşır çomakla dürter, gömleğinden yeninden tutup çeker bırakıp kaçardı.  Deli Ali birden dönüp bağırarak çocuk kalabalığının üstüne yürür onları dağıtıp kovalar ama çocuklara zarar vermez bir fiske bile vurmazdı. Yağmur yağış kar kıyamet bilmez kahveye girip sobanın başında durup ısınmaz dışarda dolaşır üşüme duygusunu çoktan yitirmiştir. Kaleliler üşütüp hasta olmasın diye Aliyi gece kahvede yatırırlar evlerden sıcak çorba, bakkaldan zeytin, helva, fırından ekmek alır Aliye verirlerdi. 

ree

Giyimi dizlerine kadar yırtık pırtık beli urganla bağlı bir pantolonla yakası bağrı açık kopçaları eksik bir gömlekten ibaretti. Sakalları uzamış saçları karışık ayakları çıplaktı. Bedeni bitmez tükenmez enerji doluydu. Sürekli hareket halindeydi. Ne dediği anlaşılmayan kısa kelimelerle insicamsız başı sonu birbirini tutmayan sözler söyler,  yalın ayak yürür dolanır arada bir koşar sonra birden durup gözlerini bulutlu fırtınalı karayel yönüne diker elini alnına siper ederek ufuklara bakar bulutlarla konuşurdu. Kuş lastiğiyle (sapanla) taş atar gibi tüfekle nişan alır gibi hareketler yapar, sataşan çocukları kovalar, denize dalgalara kızar bağırıp çağırır, kumsala serilen beyaz köpüklerin üzerinde koşarak dalgaları kovalar beline kadar suya girer ıslanırdı. Deli Ali üç dört ayda bir yoklayan gelip giden akıl tutulması sırasında kimden ödünç ne almışsa peynir, ekmek, para, sigara, zamanı gelip aklı açılınca aldığı borçları hatırlar mahcup olur borçlandığı insanları arar bulur hiçbirini unutmadan eksiksiz bir bir geri öderdi. İnsanları ürküten sert tavırlarına havaya yumruk atmalarına karşın kimseye zararı dokunmazdı. Akıl tutulması iki üç ay sürer sonra geçerdi.  Bir yaz günü öğleden sonraydı, konağın penceresinde oturuyordum. Fatsa tarafından İstanbul plakalı bir otomobil geldi Garip öldüren çeşmesinin başında Tonuç Mustafa’nın işlettiği kahvehanenin önünde durdu. Belli ki otomobildekiler Kale’de bir çay molası için durmuşlardı. Arabadan çıkanlar çeşmede ellerini yüzlerini yıkadılar meraklı gözlerle konağa ve Ceneviz kalesine bakıyorlardı. Yolculardan biri o sırada çeşmenin yakınlarında dolaşan Deli Ali’ye burası neresi diye sordu. Ali kollarını havaya kaldırıp adama dönerek sanki kuş lastiğine taş koymuş da gerdirip atıyormuş gibi bir hareketle yumruklarını havada salladı ve yüksek sesle ebekuşağı buuuum! Diye bağırdı… Adamcağız neye uğradığını şaşırmıştı hemen çekilip arabaya girdi. Neyse ki o sırada kahvenin önünde asma altında oturanlar geldiler yabancı yolcuya durumu açıkladılar. Bu hem eğlenceli hem hüzünlü olaydan sonra uzun bir süre Kale’nin çocukları Ali’yi görünce peşine düşer sırtına vurup ebekuşağı buuum diye bağırır gülüşür kaçarlardı. Yıllar sonra Deli Ali’nin ölüm haberini aldığımda tüm gün içim sızladı durdu. Tanrının garip kulu Ali dünyada bulamadığı rahmete sanırım son gittiği yerde kavuştu…


ÜLFET DEDE

Bir metreyi biraz aşkın kısacık boylu sığırtmaç Ülfet Dede,  çakır gözlü, aksakallı,  alnı çizgi çizgi, yanakları al al çok sevimli bir Bolaman dedesiydi. Onu neşesiz gören yoktu her zaman yüzü gülerdi her zaman mutluydu. Nükteleriyle herkesi güldürürdü. Hemen bütün köylülerin kara lastik pabuç giydikleri o günlerde Ülfet Dede ısrarla dizlerine kadar çektiği yün çorap üstüne kösele çarık bağlar Dede çarık yeter artık sana lastik pabuç alalım diyenlere olmaz deri çarık lastik yemeniden iyidir her vech ile faiktir (her yanıyla üstündür) diyerek çarığından çorabından asla vaz geçmediği söylenirdi.

ree

Çoban Dede Hami Hazinedar beyin ineklerini, camışlarını, dana,  malak, buzağı hepsi yirmi şu kadar baş sığırı sabah güneş doğmadan ahırdan alır Yenipazar düzlerine ya da Çalış deresi boyunda otlamaya götürür akşam alacasında sürüyü tekrar Kale’ye geri getirirdi. Elinde kalın çoban sopası omuzunda taşıdığı girebiye asılı azık bohçasıyla sabah gider akşam dönerdi. Sığırtmaçlık karşılığında yiyecek aş, yatacak yer, giyecek aba alan Ülfet Dede’ye bunlar yeter de artardı daha ne istesin onu mutlu eden şeyler çiçekler, meyvalar, sebzeler, otlar, mantarlar, mısırlar Bolaman dağlarında düzlerinde yeteri kadar vardı hem de tadına doyum olmazdı.  Hayatta bir tek lüksü tütün içmekti ama nasıl olsa çobanlık ettiği sürünün sahibi Hami Bey onu cigarasız bırakmıyordu. Başkaca parayla pulla işi yoktu yelek cebinde delikli kırk para, yüz para 5 kurus 10 kuruş bilemedin en cok 25 kuruş ufaklıktan başka para bulunmazdı. Yetmişine yakın Çoban Dede’nin sürü peşinde dağa bayıra tırmandığı, azgın akan derelerden geçtiği, sürüden uzaklaşan hayvanların peşinden seğirtip koştuğu, direk gibi düz çatalsız dalsız ağaçlara teyin gibi çıktığı, hele hele de çocuklara eğlence olsun diye amuda kalkıp,  takla attığı,  baş aşağı durup ellerinin üstünde yürüdüğü söylenirdi. O zaman ben 7 yaşında çocuk bu akrobatik adamı mutlaka görmek istiyordum.  Sonunda bir akşamüstü babamla annemle Argun ağabeyimle, kardeşim Mahmutla Nesrinle yürüyüşe çıkmışken gün batımı kızıllığında Devrent boğazının bu yanında sürüsüyle kaleye dönen Çoban Dede’ye raslamayalım mı? Günün yorgunluğuna rağmen o küçücük adamın nurlu yüzü gülüyordu. İşte beklediğim fırsat gelmişti. Babama Çoban Dede’ye söylesek bizim için bir takla atsa dedim. Babam bozuk para cüzdanından bir demir on kurus çıkardı dedenin avucuna sıkıştırdı Haydi Kocaman marifetini görelim dedi. Bu gösteriyi daha önce birçok kereler yaptığı belli oluyordu elindeki sopayı girebiyi yere bıraktığı gibi vücudu hafifçe öne doğru yumuldu seğirtti koştu önce amuda kalktı başı aşağı ayakları yukarı durdu dengelendi ellerinin üstünde on adım kadar yürüdü sonra bir lastik topun yere vurup zıpladığı gibi hızla üç takla atarak yere konan kuş gibi ayakları üstüne indi. Gördüğümüz gerçekten şaşılacak bir şeydi o yaşta bir ihtiyarın bunu yapabilmesi. Babam dedenin eline bir 25 kuruşluk daha verdi ayrıca yelek cebine de üç yenice cigarası yerleştirdi.  Çoban Dede al al yanakları ipek beyazı sakalıyla bir şey demeden eğilip reverans yaptı elini önce göğsüne sonra başına götürüp selam verdikten sonra ineklerine yetişmek için arkalarından koşup gitti. O yaz Kale’ye iki İngiliz turist gelmişdi Çoban Dede aynı gösteriyi onlara da yapmış küçük bir bahşiş almıştı ama İngiliz turistler Dede’nin akrobasi gösterisinden daha çok bu parasız pulsuz fakir çobanın nasıl bu kadar mutlu olabildiğine şaşmışlar keşke bunun sırrını bilebilsek demişlerdi. Belki de o zamanların Türkiye’sinde insanlar azla yetinip mutlu olmayı biliyorlardı…

SON

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page