BOLAMAN’DAN ÜÇ ÖYKÜ
- Osman Kademoğlu
- 11 Nis
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 4 gün önce
“Kahraman Halil’in Evi, Ürüyen Ev, Ficire Muhtarı”

KAHRAMAN'IN HALİL’İN EVİ
“Yaşanmış bir olayın öyküsü.”
Eyyam-ı buhur denilen yazın en sıcak günlerinden bir gün nemli sıcak hava bir bulut gibi Bolaman’ın üstüne oturmuştu. Yaprak kımıldamıyordu. Garipöldüren çeşmesinde teneke içinde soğumaya bırakılan gazoz şişeleri çabucak eksiliyor yerine yenileri geliyordu. Kalelilerin çoğu evden çıkmıyor, sokaklardan çekilen hayat kahvehanelerin önünde çardak altına sığınıyordu. En serin yerler buralardı. Tavla, iskambil, maçakızı, domino asma yapraklarının gölgesinde oynanıyor kimi de bulduğu peykeye uzanıp uyuyordu. En iyisi sıcak saatları uykuda geçirip akşam serinine göz açmaktı. İşte böyle bir gün Kale sıcaktan saklanıp kabuğuna çekilmişken birden çarşıdan telaşlı bağırışmalar duyuldu, uyuyanlar uyandı. Konağın karşısındaki kahvede çardağın gölgesinde oturanlar kalkıp Odayanı’na doğru koşmaya başladılar. Pencereden doğu yönüne bakınca koyu yeşil dağın içinden gökyüzüne yükselen boğum boğum kara dumanı gördüm. Hemen evden dışarı çıktım, sokakta ilk rasladığım Mecit ağabey (Mecit Ergün) Kahraman'ın Halil’in evi yanıyor dedi. Dumanın göründüğü yere doğru seğirten kalabalığa karıştım, hep beraber Odayanı’nı geçip asfalta çıktık. Havada yanık kokusu vardı. Yangını görmeye gidenler pek çoktu. Çoktan başlamış bir tiyatroya yetişecekmiş gibi gençler koşar adım, yaşlılar yürüyebildiği kadar atik yürüyerek. Asfalttan ayrılıp dağa tırmanan cılga yolu tuttuk. Yol fındık ocaklarının arasında döne dolana yükseliyordu. Yola uzanan bol yapraklı dalların altından geçerek bir süre gittikten sonra yolun bittiği yerde fırdolayı mısırla çevrili çoğu düzlük azı yokuş güccük harman yerine vardık. İki katlı ahşap ev yanmış geriye baca gibi tüten kararmış yarı kütük yarı köz karkas kalmıştı. Yaşlı, genç, çoluk çocuk kırka yakın kalabalık yanan evin çevresinde halka olduk oturduk kimi yosunlu kayalara, kimi taşlara, yıkılmış ağaç gövdelerine, kimimiz yere. Yanık kokan ortamda yangının son perdesi oynuyordu. Biz oraya varana kadar olan olmuş yanan yanmıştı.

Etrafa saçılan tahtalar kısa alevlerle yanmaya devam ediyordu. Bir büyük tehlike yanan tahtalardaki kesme çivilerin ateşte ısınıp kızarıp genleşerek patlaması vınlayarak uçup vurduğu yerde mermi etkisi yapmasıydı. Bu büyük tehlikeye rağmen ilk yetişen komşular çatır çatır yanan eve yaklaşmış içeri girmiş kurtarabildikleri kazan, kepçe, tencere, tava, güğüm, gaz ocağı, yatak yorgan, beşik, ibrik, ayna, lamba, iki sandalyeyle bir masayı, ceviz çeyiz sandığını, birkaç çuvalı ve sepeti sırtlayıp ateşin içinden çıkarıp ağaçların dibine, otların üstüne atmışlardı. Mal canın yongası derler ya Kahraman'ın Halil’in varı yoğu canının yongası hepsi buydu. Çoluk çocuğu, iki baş malı, tavukları bir de atı. Allaha şükür kedi köpek fare dahil hiçbir cana zarar erişmemişti. Orada başı peştemallı bir kadın Halil’in ya anasıydı ya bacısı ya da karısı komşu kadınların arasında yere çökmüş iki yana sallanıyor yumruk yaptığı eliyle göğsünü dövüp duruyordu. Yangına ilk koşanlardan Laleli’den Çamurali’nin Mehmed’in oğlu Ali Cihan düşmana saldırır gibi ateşin içine dalmış, eşyaları ve bir odada kapalı kalan kediyi kurtarmıştı. Yangına birkaç sefer yapan Ali “etme gitme, ataş heryeri sardı saracak çatı yıkıldı yıkılacak” diyenlere aldırmadan çökmeye yakın yangına son bir kere girmiş yeni yapılacak evde işe yarar diye ateş vurmuş kararmış ama içi yanmamış özü sağlam direkleri, mertekleri, kalasları baltayla vurup kırıp koparıp sürükleyerek yangından çıkarmıştı ama kızgın kütükleri tutmaktan avuçlarının içi de yanıp kabarmıştı. “gel Kale’ye gidelim yanıklara melhem sürdürelim” diyenlere, “bi şey olmaz geçer” dedi. Sanki kanayan sızlayan avuçlar onun değildi. Bir cigara yaktı, yaptığı yiğitlikten mahcup olmuş bir ağacın arkasına çömelip saklanmıştı. Onun bu duruşu bana eski bir fotoğrafta siperde düşmanı bekleyen Çanakkale askerlerini çağrıştırdı. O gün Çamurali’nin Mehmet’in oğlu Ali Cihan’da (soğancı Ali) mehmetcik ruhu vardı. Ali’ye yangın düşman, yanan ev Çanakkale toprağıydı. Ateşin çatırtısı azalıyor dumanlar soluyordu yangın sönerken umutları da yangınla birlikte sönen Kahraman'ın Halil yere çöktü, sırtını ağaca dayadı başı kollarının arasına düştü, ağlıyordu.
Kolay değildi yeniden ev kurmak bu fukaralıkta. Orada az ilerde bağdaş kurmuş oturan Süleyman Hazne Bey Halil’e baktı “Ulan ne ağlayıp duruyorsun Allaha şükür cana zarar gelmedi ya, akacak kan damarda durmaz, ev yandıysa yandı ağaçtır helbet yanar evvel allah daha iyisi olur, haydi çoluğunu çocuğunu topla git yukarıdaki fındık evine yerleş, o evi sana verdim ” dedi. O an Halil için bir mucize gerçekleşti. Eğilmiş baş doğruldu, ıslak gözlerinde umut ışığı yandı “duyduğum essah mı?” der gibi Süleyman beye baktı, eleriyle toprağa dayanıp yekinip ayağa kalktı sevinçten dizleri titriyordu koştu Süleyman beyin ellerine sarıldı. Süleyman Bey bir el hareketiyle Halil’i itekleyip savdı elini öptürmedi. O yangın gününden hatırımda kalan iki adam, biri babamın arkadaşı Süleyman Hazne bey gözü tok, eli açık, yiğit mi yiğit adam diğeri Lâleli köyünden korkusuz bir kahraman Ali Cihan.
ÜRÜYEN EV
İlkbaharda dağdan taşdan, yarlardan, obuzlardan akıp gelen cılga sular birleşir yer yer küçük seller oluşur. Bu tür başıboş sular geçtiği yerde yoluna çıkan gelöü (fare), civciv, göden, yılan, tavuk, tavşan, karalahana, kabak, fasulya, pancar, galdirik, kirmit, sakarca, maydanoz, melücen, mendek diken ne bulursa çırpar kırar götürür, zarar verir. Bu suların bıraktığı izler otlar yeniden bitene, toprak yeşille örtülene kadar kalır. İşte böyle bir yağmur mevsiminde Bolaman’ın toprak yollarında biriken çamurlu bulanık sularda çocuklar oynar, camışlar serinlemeye yatardı su birikintilerinin böyle bir yararı da vardı.
Çaltı Bey'in evi Çalış köprüsünden ilerde, mezarlık kulağından bir sigara içimi uzakta Yenipazar’a giden şosenin deniz tarafındaydı. Iki katlı, eni boyu yüksekliği birbirine eşit, çatısı alaturka kiremit, duvarları ahşap çatkı arası taş ve tuğla dolgu (hımış) bir yapıydı. Bulunduğu yer dağlardan akıp gelen küçük sel sularının yolu üzerinde ve toprağı da biraz kumlu olduğundan evi yapan dülgerler toprağın içinde temeli olmayan, yere dikili taş ayaklar üstünde oturan, ustaların tabiriyle muvakkat bir ev yapmıştı. Bolaman’dan Samsun’a kadar düzlerde taşkına karşı evler yerden 40 ila 90 santim yüksek ayaklar üzerine kurulurdu. Hele de Yeşilırmak mansıbına yakın Terme Çarşamba dolaylarında evlerin tamamı böyleydi. Su geldikçe kazma kürekle ve el yordamıyla açılan arklar ömürlü olmuyor suyun itmesine dayanamayıp ilk büyük yağmurda dağılıp gidiyordu. O yıl ilkbaharda taşkın sular bıldırdan beri kaçıncı kere gelip Çaltı Beyin yerini yoklamış, evin üstünde oturduğu taş ayakların altını oymuştu. Altı boşalan döşeme kirişleri oynamış gacıramıştı. Binanın ahşap çatkısı bu oyuna ne kadar dayanacaktı. Yapının sel yatağına oturması, evin içine suların yürümesi işten bile değildi.

Çaltı Beyi Mehmet cin akıllı, pratik zekâlı bir adamdı, başında hasır fatör şapkası, omuzunda ceketi güneşten esmerleşmiş yüzü, akşam alacasında elinde kırmızı başlı 200 mumluk petromax lüks lambasıyla, bazan da çorabın koncu paçaların üstüne çekilmiş olarak oğlu Nejat’ın bisikletiyle Kale’ye gelir bisikletin zilini çınlatarak Tonuç’un kahvesinin önünde çardakaltında oturanları selamlardı. İri gözlerinde sevimli muzip bakışlarla senin aklından geçeni okumaya çalışan, hatırnaz, konuşkan, demlenmeyi seven Çaltı Beyin hele de rakı sohbetinde üstüne yoktu. Büyüklere bey, hanımefendi, çocuklara küçük bey, küçük hanım diye hitap ederdi. Ceketinin yan cebinde çoğu zaman okunup katlanmış bir gazete bulunurdu, siyasetten haberli, genel malumatlıydı. Toprak hattı istemeyen, anteni üstünde, transistörlü (portatif) elde taşınan seyyar radyo gibi yeni buluşlara meraklıydı, yolda yürürken radyo dinlemeyi hele de türkücü Nezahat Bayram’ı çok severdi. Keyfi yerinde olduğu zaman yoldan geçen yabancı turistleri evinin önünde durdurur, kuşdiliyle anlaşır elma ayran mısır ikram ederdi. Dünyaya meraklı, yeniliğe açık bir insandı. Bu kadar hünerli Çaltı Beyi ikidebir evine sataşan(!) sel sularına bir çare düşünür de bulamaz mı? Helbet bulurdu ve buldu, Hani Nasrettin hoca “dağ yürümezse Abdal yürür” demiş ya Çaltı Beyi de “selin yatağı değişmezse evin yeri değişir” dedi.
O gün konu komşu ve Yalıköy’den Niyazi Usta yardıma geldiler. Evin taşınacağı yerin ilerisine ırgat kuruldu, yapının iki yanına halatla gedebuz vuruldu. Üç taraftan takozlarla kalaslarla desteklenip askıya alınan evin altına felek yağıyla yağlanmış yuvarlak meşe kütükleri sürüldü. Çaltı Beyin “Bismillah ya Allah” demesiyle ve sekiz kişinin ırgatın dört koluna yüklenmesiyle koca yapı kağnı gibi gacır gıcır seslenerek kütüklerin üzerinde yürüdü. Ev kütükten kütüğe geçtikçe arkada boşa çıkan meşe kütükleri ön tarafa koşturuluyordu. Yürüyen ev sel yatağından uzaklaştı su vurmayacak bir yere taşındı hem de çatkısı oynamadan, kirişlere, merteklere, dikmelere, zarar erişmeden, bir kapısı sıkışmadan, bir pencerenin mustatili karesi çarpılmadan, bir cam, bir kiremit bile kırılmadan. Taşınma bitince nazar duaları okundu evin üstüne üflendi. Bu işe Bolaman’da herkes ama en çok çocuklar şaştı, Çaltı Beyi kapıya bir mavi boncuk astı.
FİCİRE MUHTARI
Ciddi bakışlı biraz somurtkan Kart Herifin Kâzım aslında hiç de öyle değildir, neşeli, muzip ve şakacıdır. İlkokul çağında kopçayla mile oynayan, topaç yarıştıran, çember çeviren, sapanla kuş vuran, gölette balık tutan çocuk ilkokulu bitirdikten sonra her köy çocuğu gibi baba evinin geçimine yardımcı olmak, hiç olmasa cep harçlığını çıkarmak icin elinden ne gelirse çalışır. Yıllar kuş gibi uçup geçip yaşı olgunluğa eren Kâzım ekmek parasını çıkarmak için tarla çapalar, mısır biçer, mal güder, değirmende zahire çeker, fındık toplar, şoför muavinliği yapar, sırt hamallığı yaparak takalara fındık yükler, kahvehanede çaycı olur, odun keser, bahçelere tırpana gider, harman alır, çifte güğümle evlere su taşır, çakıl çeker, balıkçı olur, hamsi ığrıbında tayfalık eder, karpuz sergisi açar yani o günlerde geçer akçe olan her işe atılır ve tutuğu her işin üstesinden gelir.
Omuzunda gezdirdiği ceketin kolları sallanarak yan cebinde koca bir beyaz mendil ve alnında ter daneleriyle akşam vakti iş dönüşü kahveye gelir. O yıllarda ne çok ter dökerse döksün azla yetinmek zorunda olan köylü delikanlılardan biridir. Kâzım’ın başka bir özelliği de kulağı delik olmasıdır.
Kâzım Güvercinlik’ten, Pirinçdüzü’ne Alahman’a, Laleli’ye Akise’ye Yalıköy’e kadar her olan bitenden, her söylentiden, her esintiden ancak bir mahalle muhtarının ya da gazete muhabirinin olabileceği kadar çok haberli olduğundan ve komşuların her işine yardıma koştuğundan halk arasında Kâzım’a Ficire muhtarı denir. Kale’de Kâzım’dan al haberi desen yeridir.

Resim: Ficire muhtarı Kazım ve Austin karpuz kamyonu
Kale’de Ficire muhtarını herkes bilir ama Ficire’nin neresi olduğunu çoğu kimse bilmez. Bu yaşıma geldim Ficire tam olarak neresidir hala bilmiyorum. Ficire hayali bir yermidir, bu garip isimli yer gerçekten var mıdır, varsa Bolaman’ın neresindedir? Bence Ficire Kazım’ın oturduğu mahallenin adıdır. Evet tam da orada asfalttan ayrılıp Laleli’ye sapan cılganın başladığı yerde Ordu yolu bir viraj yaparak yokuş yukarı tırmanır işte hikayemiz bu dönemeçte geçer. Bence buraya karpuz viraji adı yakışırdı. Gerçi orada karpuz yetişmezdi ama. Asfalttan ayrılan cılga yol boyunca fındık ocaklarının altında tırpan görmemiş eğrelti otlarının arasında sinenip saklanmak işten bile değildir. Kazım ve oyun yoldaşı çocuklar için bu dönemeç bilerek seçilmiş stratejik bir yerdir. Çarşamba’dan gelen Ordu’ya giden karpuz kamyonlarının yolu buradan geçer. Ağustos sıcağında dili damağı kuruyan Bolamanlı gençler karpuz kamyonlarının yolunu burada bekler. Fındık ocaklarının altında yeşil gölgeliklere bir güzel uzanılır, yaklaşan kamyonun motor sesine kulak verilir. Kale’den çıkıştaki viraja girerken gaz kesen kamyonlar dönemeçin öte yanını görür görmez yeniden gaza basarak yola sarılır sarılmasına ama karpuz virajına yüz adım kala yol gene yokuşlanır orada illa ki ara gazı verip vites küçültmek gerekir, yoksa yokuşu çıkmaya yüklü Austin kamyonun gücü yetmez, yokuşta bayılır kalır. İngiliz yapısı Austin motoru güçlüdür ama hızlı değildir sürat yapamaz, hele de sıcakta su kaynatıp yolda kaldığı çoktur. Bu nedenle Austin şoförleri ağustos sıcağında motor hava alsın da serin kalsın diye motor kaputunu söker alır arka kasaya koyar ya da kaputun ağzına bir takoz sıkıştırıp açık tutarak yol boyunca motorun serinlemesini sağlar. Kaputu yarı açık giden bu kamyonlar uzaktan bakınca dili dışarda koşan koyun köpeği gibi sevimli bir görüntü verir, bir de GIIUUV GIIUUV GIIUUV GIIUUV diye inleyen ve dağlara çarpıp yankılanan motor sesi! Hah işte tam da erketede yolu beklenen karpuz kamyonu gelmektedir. Motor iniltisini duyan Kâzım’ın “HAYDİ LA GALKIN” cağrısıyla fındık ocaklarının altında yatmış uzanmış, kimi uyuya kalmış sıcak vurgunu uşaklar birden yekinip canlanır silkinir ayağa kalkar, beklenen av yaklaşmaktadır. Kâzım yakasız gömleğinin yenlerini sıvar, pabuçların topuğunu çeker, kasketi burnunun üstüne indirir, gözünü fındık yapraklarının arasına uydurup yolu gözlemeye başlar. Austin yokuşun dikleştiği yerde viraja sarmış tırmanışa geçmiştir. Şoför gözü yolda eli direksiyon simitinde pür dikkat sürüşe yoğunlaşmıştır, hani top atılsa duymaz derler ya işte ağustos sıcağında uzun yolda öyle dalgın giden şoförün aklı kimbilir hangi hülyadadır, gözünde tüten nedir? Belki güzel gözlü bir sözlü ya bir yavuklu belki de evde bekleyen aile çoluk çocuklu. Birinci vitesle yokuşa saran kamyonun hızı olsa olsa on onbeş kilometre ya vardır ya yoktur belki de daha yavaştır. Şöyle böyle biraz ayaklı, biraz rahvan yürüsen sen de kamyona yetişebilirsin. Cılga yoldan asfalta çıkan Kâzım askerde piyade eğitiminde öğrendiğini uygular, görünmemek için hedef küçülterek iki büklüm koşar yetişir kamyonun kasasına tutunur, bu işte şoföre görünmemek esastır ama ola ki şoför dikiz aynasından karpuzcuyu görse bile ağır yüklü kamyonu yokuşta durdurmak olacak iş değildir motoru durdurup el frenini çeksen bile yüklü kamyonu geriye kaymadan yokuşta tutmak için illa ki arka tekerlere takoz koymak gerekir yani uzun sözün kısası mümkünü yok bu yokuşta kamyon duramaz. Bunu en iyi şoförler bir de Kart herifin Kâzım bilir, kamyon dursa bile yokuş aşağı geri kayar ki mazallah yuvarlanır gider soluğu Goraz deresinde alır. Ayrıca yokuşta duracak kamyonu tekrar yokuş yukarı kaldırmak da öyle bir zor iştir ki zor oyunu bozar.
Bu olmazı bilen usta şoför esnafı kamyonun arkasına takılan karpuz korsanlarına öfkelense, kızsa da yapacak bir şey yoktur çaresiz kalan yüreği yumuşar aklından geçen fikir değişir "adamın tutup alacağı, alıp da kaçacağı bilemedin olsa olsa üç beş karpuz, say ki deryada damla, fukara varsın alsın yesin, yiyeceği karpuz Çarşamba ovasının, Yeşil Irmak bereketinin sadakası olsun, Allah’ın garibi yesin de serinlesin" der karpuzu helal eder, güler geçer. Kamyonu yakalayan Kâzım ayak hızını kamyonun hızına uydurmuştur, makinayla (o yıllarda köylüler kamyona makina derler) at başı beraber koşmaktadır bir yanda da elinin yettiği karpuzları eller, okkalar, pat pat vurur, olmuşunu dirisini illa da tatlanmış da ballanmışını seçer seçebildiği kadar, seçtiği karpuzları yolun sağına düşen toprak şarampola doğru incitmeden çatlatmadan okşar gibi yavaşça yuvarlar, Kâzım’ın arkasından koşan uşaklar yuvarlanan karpuzları toplar. Kâzım üç beş karpuz seçer seçmez “ha bereket bu kadar yeter” der, şoföre de “eyvallah usta karpuzun hayırı sevabı ecdadının ruhuna varsın” diye dua eder. Bu olayda nedense herkes karpuz kadar tatlı dillidir(!) Zaten amacı biraz oyun biraz heyecan şimdiki deyişle biraz adrenalin olan Ficire Muhtarı kamyonun peşini bırakır, karpuzları devşiren çocuklarla birlikte keklik gibi sekerek asfalttan sağa yukarı cılga yola sapar ortadan kaybolurlar. İşin asıl zevkli yanı karpuzu yalnız yemek değil uşaklarla paylaşmaktır. Karpuz kamyonu Ordu’ya doğru uzaklaşırken, çakılar çıkarılır vakit gündüzse fındık ocaklarının gölgesinde geceyse ay ışığında karpuz ziyafeti çekilir.
Duydum ki Ficire Muhtarı coktan rahmetli olmuş. Ardında güzel bir anı, hoş bir iz bırakan Bolaman’ın muzip çocuğu Kazım Türkmen öteki dünyada cennet yerin olsun fındık ocaklarının gölgesi gibi serin olsun.
SON
Comentários