YILANI ÖLDÜRSELER...
- Birol Öztürk

- 21 Ağu
- 5 dakikada okunur

"Koca bi yılan! Aha ha bu kolum kadar kalın daa!”
Aktaşı kaldırsalar
Leyli de yar loylu da yar
loy loy loy
Yılanı öldürseler
A leylim nenni de kınalım
nenni de belalım
nenni de nenni
Türküyü şıp diye kesip gözlerimi açabildiğim kadar açtım. Yaşım tek haneli, boyum henüz bir metre hiç santim de olsa bir yılanın görüldüğü yerde öldürülmesi gerektiğini bilecek kadar büyümüşüm demek ki.
“Nerde la?” diyorum, elim alaca bi fındık odununu okkalarken.
Göden hariç her türlü mahlûkata dokunabilirim, insana bile(!). Şu zamana kadar çok istememe rağmen bi yılana dokunabilmiş ve bi yılanın hakkından gelebilmiş de değildim hani. O da içimde yara, kanar.
“Aha ha şu tarlanın götünde” dedi, irinimsi sümüğünü fırt diye çekerek.
Bu defa aldırmıyorum sümüğünün taş kovuğuna kaçan kertenkele gibi burun deliğine kaçışına.
Kaybedecek zaman yoktu. Bir yılan öldürdüm mü erkekten, adamdan sayılacaktım say! Alacalı fındık odununu havada yarım tur sallayıp hedef küçülterek usul usul gidiyorum, tarif edilen yere doğru... Ayağımda karalastik, bacağımda beli don lastikli, sırtımda dirsekleri yamalı...
Sarı bi yılan... Toprak rengine çalan bi sarı ve üçgen başından başlayıp da mızrak ucu gibi sivri kuyruğuna kadar muazzam bir kara desen. Babaannemin dokuduğu rengârenk, şerit şerit desenli o kolanlardan daha bi muazzam ve güzel desenler bunlar. Bir insanın ne kadar uğraşırsa uğraşsın zinhar işleyemeyeceği desenler bunlar. Kudret-i Mevla... Bunca kusursuzluk ve müstesnalık başka nasıl izah edilecekti ki?
Seyre dalmışım bir an, o kadim düşmanı. Varlığımı hissetti mendebur, çözüldü hemen kıvrıldığı hâlinden. Çatallı ve kara dili uzun, kocaman ve dışarıda! Tıslıyor da sanki. Kafası üçgen, dili uzun ve dışarıda, her bokun içinde o dili... Böylesi üçgen kafalılar ağuludur, ölümcül bir ağu taşır ağzında. Kudret-i Mevla’nın bir bariz eseri de olsa, bakmalara doyulmaz bir yılbırtı da olsa, ağzında ağusuyla karşımdaydı işte.
Güzellik on para etmiyordu ağzı ağulu olanda.
Kuyruğundan yapışsam, havada döndürsem tayyare pervanesi gibi ve eski palto gibi pat diye vursam yere... Ya gücüm yetmezse! Ya tam çeviremezsem, kıvrılıp dolanırsa boynuma ve ağzındaki ağuyu akıtırsa ağzıma! Soğuk bi ter akıp gidiyor, saç diplerimden ayak parmaklarıma… Üçgen kafalı, ağzı ağulu sarı yılan da, ben de kararsız, tedirgin ve çekingeniz.
Birden indiriverdim alacalı fındık odununu sarı yılanın beline, kırıldı beli tam orta yerinden solucan gibi kıvrandı koca yılan! Bu defa kara lastiğimin topuğuyla eziverdim üçgen kafasını, üç sağlam topuk darbesiyle! Kanı da aktı azıcık, kopkoyu, karaya çalan bir kızıllıktaki kanı kara lastiğimin topuk kıyısına bulaştı. Sonra hemen toz toprak çöktü bulaşan ve akan kanın üzerine.
“Hahaha! Gördün mü ebeninkini!” diye zafer çığlığı atıyorum.
Korkum da, tedirginliğim de, kararsızlığım da puf oldu. Her şey anlık işte… An geçti mi, tüm durum ve de duygular değişiyor yani. İcabında tam tersine dönüverebiliyor her şey! Yılan, ağzıyla; insan, nedensiz, kontrolsüz gücüyle akıtıyormuş ağusunu, çok sonra bildim bunu da.
Şöyle üstten üstten, boka bakar gibi bakıyorum üçgen kafalı sarı ağunun ölüsüne. Kuyruğu hâlâ kıpraşıyor, can çekişiyor. Bi ara kuyruğunu da öldürmeyi kuruyorum ama hemen vazgeçiyorum. O kıpraşma, yılanın taze ölü olduğuna dair yaşayan tek tanıktı. Alacalı fındık odununun ucuna asıyorum ağzı ağulunun kuyruğu kıpraşan ölüsünü. Yeşilin bağrından, yeşilden yeniden doğar gibi çıkıyorum yola. Yolun üst yanında babamın silah atölyesi… Koca atölye içinde bi köşede kara bi körük var ve biz nedense atölye değil de körük diyoruz, toprak tabanlı, basık; demir, köz ve makine yağı okulu o yere. Bütün, esasen en işlevsel parçanın gölgesiymiş ya, o kadarına aklımız erecek akıl nerde? Babam kaçakçıydı… Kaçak tabanca yapıyor, o tabancalarla kaçak mermiler atıyordu. Tıkır tıkır işleyen, cayır cayır mermi yakan o tabancaları da kaçakçılara satıyordu. Kaçakçılar da kim bilir kimlere?
Babam, fındık odununun ucundaki boyumdan büyük ve kuyruğu kıpraşan ölü yılanı görünce şöyle bi durdu. Kolları yarmaca odun gibiydi babamın, ensesi katır baldırı gibiydi… Güç ve sağlık akıyor her yanından, şu karşıki Büyükdağ gibiydi babam. Körüğün önündeki balarmudu ağacına asılsa kökünden sökecek gibiydi babam.
“Lan!”
“Ne!” diyorum hemen, o “Lan” ın “n” si tamamlanmadan.
Zaten babam ne zaman ve nerede görse muhakkak bi fışkı yediğime sabitlenmişti. Yani sabitlenmişse de haksız değildi. İçimde bi şey vardı, durduramıyordum bazen ve bile isteye zarar veriyordum bir şeylere. Evdeki tüm bardakları kırmak gibi, kuzinede pişmekte olan ekmeğin üzerine gres yağı sürmek gibi, el âlemin darı tarlasını talan etmek gibi… Daha bi dünya feşellik işte.
“Nerden buldun lan onu?” diyor babam.
Pes!
Demir tozu yutmaktan aklı da gitmiş bunun. Benim ne yaman bi yılan avcısı olduğumu da unutmuş bu babam daa! Peh!
“Ben öldürdüm” diyorum, İstanbul’u fethetmiş Fatih’ten daha bir muzaffer!
Önce bi inanmayacak oluyor, bi ikircikli duruyor babam ya, ulan kuyruğu da titretiyordu yılan. Çaresiz inanıyor tabi.
“Getir bakim” diyor.
Körüğün önüne çıkıyorum, peyi iki hamlede geçerek. Balarmudunun dibine seriyor yılanı babam. Uzatılınca ne kadar büyük olduğu da çıktı ortaya, boyca benden büyüktü. Bilek kalınlığında. Az sonra evdekiler, harmandakiler, tarladakiler, ahırdakiler çıkıp geliyor ve her kafadan bi ses!
“Cık cık cık!”
“Bacım zehirli yılan bu”
“Böylesi de yeni daa!”
“Anam bu tırnak kadar çocuk nasıl gelmiş bunun hakkından? Töbeeeee!”
“Eve barka bi güzel bakmak lazım.Bu mendebur yuva yapar da Allah korusun!”
“Sen esirge Allahım”
Ulan biriniz de “Aferin” deyin be! “Helal olsun” deyin. Yok, kimsenin o tarakta bezi yok! Herkes başka havalarda… Deseniz yahu “Nasıl da cesurmuş. Nasıl da gözü karaymış. Hiç de acımamış, korkmamış” diye.
Bu yılan ve de arı milleti ille de insana yakın, insan sıcağına ama insana hiç sezdirmeden yuva yapasıymış. Arı dediğim elbette yaban olanı, yoksa evin üst yanında kovanlardaki arılarımızdan bahsetmiyorum. Bi zaman sonra orayı, insanın evini barkını, cin gibi sahiplenesiymiş yılan ve de arı milleti.
“Götür at şunu bi yere” diyor dedem.
Bu kadar tantana ve de avarelik yeterdi. Köy yeriydi ha bura, kâbil olsa gün yirmi dört saat çalışmak icap ederdi. Doyurulacak boğaz çok, toprak sonsuz, mahsul malumdu. İki el bir baş içindi. Yoktu öyle Osmanlı gibi; tarlada yok, harmanda yok, sofrada başköşede...
Dedem bi şey dedi mi, bittiydi. Dediği dedikti! Dedem kudretti. Kudret-i Mevla’dan sonraki tartışmasız kudret! Ağzı ağulu, sırtı işlemeli yılanı alacalı fındık odununun ucuna takıp kaldırıyordum ki;
“Sakın dereye, akan suya atma” diyor dedemin kudretli sesi.
Doğru ya, yılan dediğinin ölüsü akan suya atılmazdı. Attın diyelim, Mevla bol yağmur yağış verirdi. Çok yağmur yağardı akar suya ölü yılan attın mı. Yağmur demek eve, çadır altına tıkılmak demekti. Bağa bahçeye gidememek, çalışamamak demekti. Kursağa girecek ekmeği çıkaramamak demekti. Karadeniz burası, yağmuru eksik olmaz ya; sanılanın aksine sevmez yağmuru bir eli bahçesindeki Karadeniz insanı.
Şimdi bu ağzı ağulu yılanı akan suya attın mı o köpüre köpüre akan su tekmil ağuya kesermiş. Yılan milleti dirisi ve de ölüsüyle ağusunu insana akıtmanın sinsiliğiyle sinermiş her dem. İnsan dediğin eşref-i mahlûkat, akıllı, hisli, önsezili... Bilirmiş yılanın da, yaban arısının da ağusunu insana zerk etme gayretini. Ondan ötürü insanoğlu işte nerde denk getirse alıverirmiş canını yılanın da arının da. Arının cürmü hükümsüz, ölüsünü ne edersen et de, yılanın ölüsünü akan suya attın mı o gök kubbe kolları sıvar, tüm dereleri yılanın ağusundan arındırmak için yağar da yağarmış.
Yılan dediğin yılbırtılı, sırtı kudret-i Mevla’dan torpilli desenli amma gel gör ki ağzı ağulu... Arı dediğinin ağzı ballı ya kıçı ağulu iğneli... O iğneyi illaki batırır insan etine ve en iyi ihtimalle ağulu iğnenin battığı yer bir azgın şişer, insan sıfatından çıkar arı sokmuş insan. Gayrısı ölüm. Arı soktu diye ölen de çok... Yılan akıttı mı ağusunu insan bedenine icabında anında öldürürmüş, hem de ateşler içinde yana kavrula.
Güzelliğine aldanma yılanın, ağzı ağulu ve ağzındaki balına aldanma arının, kıçındaki iğne ağulu. Sen değiştirdin diye fıtratını sanma ki kurudu yılanın da, arının da ağusu!












Yorumlar