Yağmur yağarken, kar yağdığında güzeldir…
- Birol Öztürk
- 21 Mar
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 gün önce
Birol ÖZTÜRK yazdı...

Yani bence öyledir; tevellüt kallavi bir menzile erişince o keskin köşeler nahifçe törpüleniyor, kapanıyor kadim hesaplar ve “bence” ler çoğalıyor, eriyor tüm genellemeler. Öyle ki, sövmeye bile tenezzül etmiyorsun…
Civil Deresi’yle Melet Irmağı arasındaki tekmil mahal “Akyazı Mahallesi”ydi. Mahalle dedimse; Alucra Sapağı, Büyükdirek, Cami Sapağı, Okul Sapağı ve Belediye Evleri’nden mürekkep; dibi çıkmaz, ekseriyeti tek katlı, damları paslı kiremitle bohçalanmış gecekondu, köyden beter yerleşim şeyleri…
Güneşin doğduğu yan Giresun, battığı yan Samsun ve tek şeritli, kara bir asfaltla bağlanıyordu kentler birbirine, Akyazı’yı ikiye bölen, kapkara kılıç gibi bir yolla. Sonra, önce ve de evvel ahir, uçsuz bucaksız fındık bahçesi; Ahmet Cemal Mağden’in bahçesi…
12 Eylül askeri darbesi ya olmuştu ya da eli kulağındaydı. Koca ülke yas evi gibiydi ve ben, köyümün ne yana düştüğünü bilemeyerek, emanet bavul gibi bir çocukluktum; Okul Sapağı’nın en afili binasındaki, akraba yanında… Ve mahallenin en sefili olaraktan.
Akyazı İlkokul’undaki, siyah önlüklü, beyaz yakalı, başı bitli, üst dudağının üstü burun deliklerine doğru sümükten kavrulup kızarmış çocuklardan biriyim… Biri, belki de birincisiydim ama kafam zehir gibi çalışıyordu.
Pancar çorbası ve gostilin gücü adına, makus talihe basıyordum tekmeyi.
Okumayı öğrenenin yakasına kırmızı kurdele takılırdı ve ben, çoktan kapmıştım rütbeyi… O gün bugündür de okuryazarım…
Neyse!
Mahallemizin yolları kışın çamurlu, yazın tozluydu ve ben; o çamuru, o tozu icabında, kabil olsa yani, yiyecek kadar “sokak” seven bir çocuktum.
Vay benim köpek ruhum vay!
Sokak, hesap sormaz, ahkam kesmez ve kimselere ait değildi, sokak hiç kimsesin ve herkesindi. Yani en çok da Ahmet Cemal Mağden’ indi. Çünkü tapu denen bir şey vardı ve şu koca mahallenin tapusu Ahmet Cemal Mağden’in olasıymış. Bana neydi ki! Çok da umurundaydı!
Kıştı…
Kar yağdı mı çok pis yağardı ama öncesinde zır zır yağmur yağar, her yan vıcık çamura keserdi.
Yağmuru yağarken, karı yağdığında severdim… Şimdilerde kafa yormuyorum bu işlere; yağdı yağmur çaktı şimşek, kocadı uyuz eşek…
Böyle, kuşluk vaktini az geçmişti gün ve ya cumartesi ya pazardı, Okul Sapağı’nın girişinde, Cemalettin Yıldız abinin altı marangoz, üstü hane, dışı briket, merdiveni dışarıdan evlerinin önünde, burnunda “yıldız” işaretli, siyah bir araba durdu.
Dur hele dur!
Araba durmadı da gemi durdu! O nasıl şeydi la öyle! Ben, Sümüklü İbo, Kıvırcık Erdal, Sivri Memet, Şeytan Serkan böyle ağzımız bir karış açık, hayran mayran, öf ulan öf!
Arabanın arka kapısını açtı, başı terekli şapkalı şöför ve başı kara fotelli, eteği neredeyse topuğuna değen, siyah kaşe paltolu, enseli kulaklı bir adam indi… Gür kaşları kırlaşmış ve gözünün akına kan, gözaltı torbalarına çürümeye meyilli morluk oturmuştu, mütebessim…
Mahallenin çamurlu yolunda, ellerini ardında birleştirerek, botunun boyasını dalayan çamuru siktir ederek; Bakkal Recep Amca’ya ve beş adım ötesindeki Halk Bakkaliyesi Hacı Amca’ya, koca iki kavağın gölgesine tünemiş gecekondusunun bir tarafında kahvehane işleten Mahmut Amca’ya ve yedi gün yirmi dört saat asabi, gergin, saçlarını itinayla yukarı tarayan Çolak Hüseyin’e, şarabın hakkını veren ve Çolak Hüseyin’in evinin gölgesindeki konduyu saray eyleyen Ceset Memed’e ve mahallenin son hanesinin altında Mahmut Amca’yla, adı konulmadık rekabet eden kahvehaneci, koca göbekli, dünyalar tatlısı Hamdi Amca’ya selam verip aleyküm selam alaraktan…
Ahmet Cemal Mağden dedikleri buymuş meğer…
Ben, böylesine haşmetli birini ilk kez görüyordum ve bugün; Emniyet Müdürlüğü yerleşkesi, MİT binasının yeri, Müftülük, Alay Komutanlığı, Huzurevi, hemen yanındaki cami ve kat kat sitelerin yükseldiği o arazilerin yani kentin en kıymetli arazilerin, başı kara fotelli bu adam tarafından bila bedel bağışlandığını biliyor, yaşıyor olmaktan aldığım cesaretle “ben, böyle haşmetli bir adam hâlâ görmedim” diyerek çuvalın ağzını bağlayayım.
Ben
Kıvırcık Erdal
Sivri Memet
Sümüklü İbo
bir de
Şeytan Serkan
Aynı mahallenin
isyanı kasıklarında
yeni yetme delikanlılarıydık
Aynı kıza kesiktik ya çaktırmıyorduk
Sarı saçları dere gibi akardı omuzlarına
ve
bir imkansız maviydi gözleri
Sonra duyduk ki
“Sözlemişler" Sarı Saçlı'yı
“Okumakta gözü yok bunun" diyerek
burnu sivilceli bir oğlanla
Ben
Kıvırcık Erdal
Sivri Memet
Sümüklü İbo
bir de
Şeytan Serkan
Birer şişe Efes'i kapıp da
deniz kıyısında dibine darı ekmiştik
bir paket Birinci'nin
çaktırmayarak efkarımızın esas sebebini
Sandığımızdan daha hızlı unuttuk
Sarı Saçlı'yı
ve
gizliden kavilleştik sanki
"Bir daha asla aynı kıza kesilmek yok" diye
herkes başka renklere sevdalandı
Duyduk ki;
atmış söz yüzüğünü
burnu sivilceli oğlanın suratına Sarı Saçlı
Ben
Kıvırcık Erdal
Sivri Memet
Sümüklü İbo
bir de
Şeytan Serkan
duyduk da duymazdan geldik
tıpkı bilip de
bilmezden geldiğimiz gibi
Değişmeyen tek şey yaşanmışlıktı
Belki "Son Durak" değildi ya
ötesine de geçemiyorduk
Sarı Saçlı'ysa başka bir hikâye
çilenin sultanıydı daa
Aynı şiire aşık çocuklardık
aynı şeyi özlerdik
aynı şeyeydi mahrumiyetimiz
Ben
Kıvırcık Erdal
Sivri Meme
Sümüklü İbo
bir de
Şeytan Serkan
yalnız değildik hiç de
yalnızlık
sevmeyi bilmeyenlerin işiydi
Ve memlekette demokrasi vardı
Aday değilken bile
hedef seçilme hakkı vardı
Sonraki yıllarda da
"Beyaz Toros" larla ördüler anayurdu
dört baştan
Hiç anlayamadık belki de
madem sevmeyecektik birbirimizi
neden
böyle, birbirinin içine giren şehirler kurduk
Ben
Kıvırcık Erdal
Sivri Memet
Sümüklü İbo
bir de Şeytan Serkan
dağıldık ayrı yörüngelere
Zaman akar
yürek hep aynı yaşta...
Comments