top of page

Yağmur yağarken, kar yağdığında güzeldir…

Güncelleme tarihi: 3 gün önce

Birol ÖZTÜRK yazdı...

Yani bence öyledir; tevellüt kallavi bir menzile erişince o keskin köşeler nahifçe törpüleniyor, kapanıyor kadim hesaplar ve “bence” ler çoğalıyor, eriyor tüm genellemeler. Öyle ki, sövmeye bile tenezzül etmiyorsun…

Civil Deresi’yle Melet Irmağı arasındaki tekmil mahal “Akyazı Mahallesi”ydi. Mahalle dedimse; Alucra Sapağı, Büyükdirek, Cami Sapağı, Okul Sapağı ve Belediye Evleri’nden mürekkep; dibi çıkmaz, ekseriyeti tek katlı, damları paslı kiremitle bohçalanmış gecekondu, köyden beter yerleşim şeyleri…

Güneşin doğduğu yan Giresun, battığı yan Samsun ve tek şeritli, kara bir asfaltla bağlanıyordu kentler birbirine, Akyazı’yı ikiye bölen, kapkara kılıç gibi bir yolla.  Sonra, önce ve de evvel ahir, uçsuz bucaksız fındık bahçesi; Ahmet Cemal Mağden’in bahçesi…

12 Eylül askeri darbesi ya olmuştu ya da eli kulağındaydı. Koca ülke yas evi gibiydi ve ben, köyümün ne yana düştüğünü bilemeyerek, emanet bavul gibi bir çocukluktum; Okul Sapağı’nın en afili binasındaki, akraba yanında… Ve mahallenin en sefili olaraktan.

Akyazı İlkokul’undaki, siyah önlüklü, beyaz yakalı, başı bitli, üst dudağının üstü burun deliklerine doğru sümükten kavrulup kızarmış çocuklardan biriyim… Biri, belki de birincisiydim ama kafam zehir gibi çalışıyordu.

Pancar çorbası ve gostilin gücü adına, makus talihe basıyordum tekmeyi.

Okumayı öğrenenin yakasına kırmızı kurdele takılırdı ve ben, çoktan kapmıştım rütbeyi… O gün bugündür de okuryazarım…

Neyse!

Mahallemizin yolları kışın çamurlu, yazın tozluydu ve ben; o çamuru, o tozu icabında, kabil olsa yani, yiyecek kadar “sokak” seven bir çocuktum.

Vay benim köpek ruhum vay!

Sokak, hesap sormaz, ahkam kesmez ve kimselere ait değildi, sokak hiç kimsesin ve herkesindi. Yani en çok da Ahmet Cemal Mağden’ indi. Çünkü tapu denen bir şey vardı ve şu koca mahallenin tapusu Ahmet Cemal Mağden’in olasıymış. Bana neydi ki! Çok da umurundaydı!

Kıştı…

Kar yağdı mı çok pis yağardı ama öncesinde zır zır yağmur yağar, her yan vıcık çamura keserdi.

Yağmuru yağarken, karı yağdığında severdim… Şimdilerde kafa yormuyorum bu işlere; yağdı yağmur çaktı şimşek, kocadı uyuz eşek…

Böyle, kuşluk vaktini az geçmişti gün ve ya cumartesi ya pazardı, Okul Sapağı’nın girişinde, Cemalettin Yıldız abinin altı marangoz, üstü hane, dışı briket, merdiveni dışarıdan evlerinin önünde, burnunda “yıldız” işaretli, siyah bir araba durdu.

Dur hele dur!

Araba durmadı da gemi durdu! O nasıl şeydi la öyle! Ben, Sümüklü İbo, Kıvırcık Erdal, Sivri Memet, Şeytan Serkan böyle ağzımız bir karış açık, hayran mayran, öf ulan öf!

Arabanın arka kapısını açtı, başı terekli şapkalı şöför ve başı kara fotelli, eteği neredeyse topuğuna değen, siyah kaşe paltolu, enseli kulaklı bir adam indi… Gür kaşları kırlaşmış ve gözünün akına kan, gözaltı torbalarına çürümeye meyilli morluk oturmuştu, mütebessim…

Mahallenin çamurlu yolunda, ellerini ardında birleştirerek, botunun boyasını dalayan çamuru siktir ederek; Bakkal Recep Amca’ya ve beş adım ötesindeki Halk Bakkaliyesi Hacı Amca’ya, koca iki kavağın gölgesine tünemiş gecekondusunun bir tarafında kahvehane işleten Mahmut Amca’ya ve yedi gün yirmi dört saat asabi, gergin, saçlarını itinayla yukarı tarayan Çolak Hüseyin’e, şarabın hakkını veren ve Çolak Hüseyin’in evinin gölgesindeki konduyu saray eyleyen Ceset Memed’e ve mahallenin son hanesinin altında Mahmut Amca’yla, adı konulmadık rekabet eden kahvehaneci, koca göbekli, dünyalar tatlısı Hamdi Amca’ya selam verip aleyküm selam alaraktan…

Ahmet Cemal Mağden dedikleri buymuş meğer…

Ben, böylesine haşmetli birini ilk kez görüyordum ve bugün; Emniyet Müdürlüğü yerleşkesi, MİT binasının yeri, Müftülük, Alay Komutanlığı, Huzurevi, hemen yanındaki cami ve kat kat sitelerin yükseldiği o arazilerin yani kentin en kıymetli arazilerin, başı kara fotelli bu adam tarafından bila bedel bağışlandığını biliyor, yaşıyor olmaktan aldığım cesaretle “ben, böyle haşmetli bir adam hâlâ görmedim” diyerek çuvalın ağzını bağlayayım.

Ben

Kıvırcık Erdal

Sivri Memet

Sümüklü İbo

bir de

Şeytan Serkan

Aynı mahallenin

isyanı kasıklarında

yeni yetme delikanlılarıydık

Aynı kıza kesiktik ya çaktırmıyorduk

Sarı saçları dere gibi akardı omuzlarına

ve

bir imkansız maviydi gözleri

Sonra duyduk ki

“Sözlemişler" Sarı Saçlı'yı

“Okumakta gözü yok bunun" diyerek

burnu sivilceli bir oğlanla

Ben

Kıvırcık Erdal

Sivri Memet

Sümüklü İbo

bir de

Şeytan Serkan

Birer şişe Efes'i kapıp da

deniz kıyısında dibine darı ekmiştik

bir paket Birinci'nin

çaktırmayarak efkarımızın esas sebebini

Sandığımızdan daha hızlı unuttuk

Sarı Saçlı'yı

ve

gizliden kavilleştik sanki

"Bir daha asla aynı kıza kesilmek yok" diye

herkes başka renklere sevdalandı

Duyduk ki;

atmış söz yüzüğünü

burnu sivilceli oğlanın suratına Sarı Saçlı

Ben

Kıvırcık Erdal

Sivri Memet

Sümüklü İbo

bir de

Şeytan Serkan

duyduk da duymazdan geldik

tıpkı bilip de

bilmezden geldiğimiz gibi

Değişmeyen tek şey yaşanmışlıktı

Belki "Son Durak" değildi ya

ötesine de geçemiyorduk

Sarı Saçlı'ysa başka bir hikâye

çilenin sultanıydı daa

Aynı şiire aşık çocuklardık

aynı şeyi özlerdik

aynı şeyeydi mahrumiyetimiz

Ben

Kıvırcık Erdal

Sivri Meme

Sümüklü İbo

bir de

Şeytan Serkan

yalnız değildik hiç de

yalnızlık

sevmeyi bilmeyenlerin işiydi

Ve memlekette demokrasi vardı

Aday değilken bile

hedef seçilme hakkı vardı

Sonraki yıllarda da

"Beyaz Toros" larla ördüler anayurdu

dört baştan

Hiç anlayamadık belki de

madem sevmeyecektik birbirimizi

neden

böyle, birbirinin içine giren şehirler kurduk

Ben

Kıvırcık Erdal

Sivri Memet

Sümüklü İbo

bir de Şeytan Serkan

dağıldık ayrı yörüngelere

Zaman akar

yürek hep aynı yaşta...

 

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page