Sokağa Çıkmak Yassah!
- Birol Öztürk

- 12 Eyl
- 2 dakikada okunur

Bin dokuz yüz seksen senesinin Eylül ayının on ikisinde günlerden cumaydı… Henüz sekiz yaşında bir çocuktum ya, sabahın telaşını, evimize sinen korku ve endişeyi sezecek yaştaydım… O sabah hiçbir şey olağan değildi… Perdeler açılmamış, perde arasından, ürkek gözlerle bakılıyordu sokağa…
Evimiz, okuduğum ilkokulun hemen karşısındaydı. Hafta içi ya da hafta sonu hiç fark etmez, her sabah, okulun bahçesinde çığlık çığlığa oynayan çocukların sesleriyle uyandırdım… İçimde çocukluğa has, dayanılmaz bir arzuyla bir an önce kendimi o oyunların içine atmak için sabırsızlanırdım… Çocuk demek oyun demekti. Yemeden, içmeden, şu yeryüzündeki her şeyden daha önemliydi oyun…

O sabah sokaktaki her şey, tıpkı evdeki her şey gibi farklıydı… Sokakta ölüme dair bir sessizlik hâkimdi… Çocuk sesleri yoktu… Köşe başlarını, eli tüfekli, başı miğferli ve mıh bakışlı askerler tutmuştu… Tüm, olağan dışılığa rağmen kötü şeylere yormadı çocuk yüreğim gözlerimin gördüklerini.
Sokağa açılan tahta kapımızı araladım, kapının gıcırtısı üzerine eli tetikte bekleyen asker namluyu doğrultu,
“İçeri gir!”
Çocuktum… Bir namlunun üzerime çevrilmiş olması olsa olsa bir oyundan ibaretti benim için…
Sokağa çıkmak, her gün olduğu gibi arkadaşlarımla gazozuna mahalle maçı yapmaktı tek isteğim… Namlusunu üzerime doğrultmuş askere,
“Okula gideceğim, okul var bu gün”
Dedim.
Askerin yüzünde en ufak bir duygu kıpırtısı yoktu. Hani şu anıtlarda, kara taştan asker heykelleri vardır ya, işte tam öyleydi askerin yüzü,
“Yassah! Okul mokul yok! Eve gir!”
“Niye ki?”
“Sokağa çıkmak yassah!”
Başka da laf etmiyordu çelik miğferli asker. Çaresiz eve girdim… Hayatımda ilk defa o zaman özgürlüğümün elimden alındığını hissettim. Hem de silah zoruyla…
Peki, ne olmuştu da kapımızın önüne, mahallemize askerler dikilmişti?
Bahçesinde oyunlar oynadığımız okulumuzun kapısına kilit vurulmuş ve o bahçeye, hepsi tanıdığımız ağabeylerimizi, ablalarımızı balık gibi yığmışlardı?
Biz bu mahallenin çocukları olarak, bu zamana kadar hiç bu kadar korkmamıştık… Daha düne kadar gülüp oynuyor ve şu ağabeylerimizin ablalarımızın bizlere kol kanat germelerinin güvencesiyle kafa tutuyorduk arka mahallenin çocuklarına…
Yoksa tüm bunlar bir oyundan mı ibaretti? Hani şu bir araya gelip de koca mahalle hep birlikte oynadığımız savaş oyunu var ya… Öyle bir şey miydi?
Değilmiş! Tüm bunlar bir oyun değilmiş meğer! Çocukları asmak için gelmiş o nefti dehşet! Oyunlarımızı çalmak, geleceğimizi karartmak, beyinlerimizi kurutmak için gelmişler meğerse…
Çocuktuk… Gücümüz yetmedi… ”Durun” diyemedik!
“Neden?” diye sorabildik ancak, cuntadan arta kalanlara…
“Neden oyun oynadığımız o sokaklar yasaklandı?” diye sorabildik, gözümüz de gönlümüz de yarım kalmış oyunlarımızda…
“Büyüyünce anlarsın” dediler…
Büyüdük… Anladık…
SANIK AYAĞA KALK!
KARAR:
“Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga etmekten…”
İşte böyle başlıyordu, mahkeme heyetince, idam cezasının sanık ve avukatların yüzüne okunması…
“Sanık ayağa kalk!”
O sanık henüz 17’sinde bir çocuk, elleri arkasında dimdik kalkıyor ayağa… Yüzüne okuyorlar idamını ve kırıyorlar kalemi…
Anayasası tağyir etmek… Yani; başkalaştırmak…
Tebdil etmek… Yani; değiştirmek…
İlga etmek… Yani; ortadan kaldırmak…
Erdal da diğerleri de tüm bunların olmasını çok istemişlerdi. Anayasayı değiştirmek, başkalaştırmak ve ortadan kaldırmak… Sadece istemişlerdi, düşünmüşlerdi ama istediklerinin ve düşündüklerinin hiç birini yapabilme fırsatı bulamamışlardı…
Oysa 12 Eylül 1980 tarihinde cunta yapan paşalar ilk iş olarak:
* TBMM’yi ve siyasi partileri kapattı…
* Anayasayı ortadan kaldırdı…
* Yeni bir Anayasa yaparak mevcut anayasal düzeni değiştirtip başkalaştırdı…
O çocuklar sadece düşündükleri için idam edildi… Oysa suç olarak tabir edilen ve ölüm cezasıyla karşılığını bulan bu fiilleri bizzat işleyenler uzun bir ömür sürdüler, sürmeye de devam etmekteler…
Dün çocuktuk anlayamamıştık “neden çocukların asıldığını” şimdi anlıyoruz artık “zulüm kurbanını seçmişti!”












Yorumlar