Birol Öztürk'ün yeni yazısı...
- Birol Öztürk
- 11 Mar
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 3 gün önce

Oruç tutmakla ilgili efsanelere inanan çocuklardık…
“Sahur” denilen bir ulvi zamanda “Oruç” denilen bir acayip kuşu çıplak elle tutmaktı “Oruç tutmak” dedikleri…
Her ne kadar gece kalkılıp da yemek yenilip yatıldığı, ardından da akşam ezanına kadar tek bir lokma yenilmediğini ve tek bir damla dahi su içilmediğini söyleyen aklı evvellerimiz (!) çıksa da, onların efsanesi pek rağbet görmezdi, çocuk dünyamızda.
Çok isterdik o sahur dedikleri esrarlı zaman diliminde uyanık olmayı ya; gün boyu deli taylar gibi koşturunca “Uykudan Önce” Adile Naşit’in “iyi uykular kuzucuklarım” demesini dahi duyamadan bayılmaktan hallice dalardık uykuya… Sabaha kadar da kütük gibi uyurduk tabi… Oruç ise her geçen gün, gözümüzde, erişilmez, efsanevi bir kuş olmaya devam ederdi…
İşi bilenler anlatırlardı elbette orucu da Ramazanı da ya; bizim işimize böylesi gelirdi.
Oruç Bir Kuştur!
Ramazan gelmeden günler önce telaşı sarardı mahalleyi. Başı yaşmaklı, pazen etekli ve de örme yelekli kadınlar toplanır, hamurlar yoğrulur, yufkalar açılır ve sırtı kara saclar, kıpkızıl yer ateşi içindeki sacayak üzerine göbek taşı misali oturtulur, ha gayret “kuru yufka” yapılırdı her eve, sırasıyla ve de şaşmaz bir göz terazisiyle hiç hak geçirmeden…
Buzdolaplarının üzerindeki dantel örtüler kaldırılır, buzdolabı üstleri başta olmak üzere yüksekçe yerlere itinayla yığın edilirdi kuru yufkalar… Bu kuru yufkalar da, usulüne uygun biçimde, ıslatılıp, aralarına peynir konularak pişirilmezse tatsız tuzsuz olurdu, bundan ötürü de çocuklar pek ele kaldırmazdı zulalanan bisküviler, şekerler, pastalar gibi… Ele kaldırılmayacağı garanti olunca da böyle alenen, göz önüne yığılırdı yufkalar…
Günlerce harıl harıl ve tam bir olağanüstü hâl şartlarında hazırlıklar yapılır. Tüm bu olağanüstülük içinde çocuklar da orucun ilk günü olacaklar hususunda beklentiyi epey yüksek tutardı.
Ve orucun ilk günü!
Mahallenin rutininde pek bir değişiklik yoktu, sadece sabah ve öğlen sofraları kurulmazdı, o kadar! Anlardık ki; oruç, devam eden yaşamın bir parçasıymış…
İftara yakın, yine başlardı evlerde bir dalgalanma. Evlerden evlere tencereler gider, tabaklar gelirdi… Babalar, üstü susamlı pideler getirirdi pazar filesi içinde, ağır adımlarla, sohbet ederekten ve sigara içmeden… Çocuklar pideleri kapar, uçlarından hatırlı bir parça koparıp indirirdi gövdeye, damaklarda orucun şenliği…
Tüm mahalleli, bir arada beklerdi iftar topunu… Müezzinin “Allah-u Ekber” demesinden de mühimdi top sesi… O top sesinin sadece yaşadığımız kente, hatta mahalleye özel olduğunu sanırdık… Öyle ya; dünya dedikleri öküzün boynuzları üzerinde bir tepsi, mahallemizse o tepsinin ta kendisi… Dünya dediğin mahallemizden ibaretti.
Mahallenin tekmil kadınları, ekseriyetle Kâbe yeşili el örmesi kılıflar içindeki, kapağı yaldızlı Kur’ân’ları koltuklarının altına alır ve toplu hâlde mukabeleye giderdi… Yaz kış örtündükleri başörtülerini bu defa “kuş kuyruğu” değil de “bürümcek” bağlarlar, basma etekliklerin boyu zaten topuk hizasında olduğundan, örtünmeye dair başkaca bir şeye de gerek kalmazdı. Tüm ramazan boyunca sürerdi bu mukabele seferberliği ve arife gününe Kurân’ın hatmi tamamdı. Arife günü, yatak odasının duvarına çakılı çiviye itinayla asılırdı Kurân’ı muhafaza eden örme çanta, içinde hatmedilmiş ve kapağı yaldızlı Kurân’la, sapından… Ve bir dahaki ramazana kadar da orada kalırdı…
Yine arife günü, mezarlıklara akın edilirdi, uzun uzun kalınırdı mezarlıkta, dualar okunur, mezarlar yabani otlardan temizlenir, mezar taşları yıkanır, aklanır paklanırdı… Bir zamanlar şu koca dünyada hayat sürmüş sevdiklerimizin, gelip geçtiklerine, lokmalar yiyip de sular içtiklerine dair tek kanıttı, isimleri baki mezar taşları…
Oruç zamanı geldi mi oruç tutulurdu! Büyük ayıptı oruç tutmamak!
İcabında gökteki kuş, topraktaki karınca, sudaki balık bile oruç tutarken; ne demekti, sapasağlam insanoğlunun oruç tutmaması!
Şimdilerde mahalle baskısı diyorlar böylesi hallere ya; o zamanlar şimdiki manada değildi mahallemizin baskısı… Mahallemizin baskısı ana baba şefkati gibi iyi niyetli ve koruyucuydu.
Kimsenin din istismarı yapmak, dini inançlarımız ve değerlerimizin üzerinden siyasal rant sağlama gibi kaygısı da cüretti de yoktu! Belki var da biz enikonu çocuktuk da anlayamıyorduk. İnsanlar, vicdanlarının emrettiği gibi yaşarlardı inançlarını ki; vicdanları rahatsa yaptıkları ibadetten, bilirlerdi ki Allah da razıydı kendilerinden… Bu kadar basitti işte!
Kul bilirdi kulluğunun sınırını da ayarını da haddini de hakkını da…
Eh elbette oruç tutmayanlar da vardı… Onlar da öyle ulu orta yemezdi orucu. Hacı’nın “Halk Bakkaliyesi” ya da on adım ötedeki Recep’in akide şeker ve bisküvi kokulu bakkaliyesi bu durumda en güvenilir sırdaştılar… Hacı Amca da Recep Amca da bilirdi oruç tutmayan delikanlıları, genç kızları ve yarım ekmek arası kâfi miktarda zeytin ya da helvayı öyle bir sararlardı ki, kimseler anlamazdı paketin içinde nevale olduğunu… Oruç tutmayanlar alırdı nevalesini ve deniz kıyısına doğru uzayıp giden fındık bahçelerinde, kimselere görünmeden iştahla götürürlerdi ekmek arası zeytin ya da helvayı…
Mesela “iftar çadırı” yoktu. Varsa bile varlığından haberdar olmamızı gerektirecek bir ihtiyaç yoktu. Yoksulluk yokluk diz boyuydu, hatta boyu aşıyordu ama yoksul, açlıktan ferleri sönmüş o insanların tespih gibi sıraya girip de koca koca kazanlardan kepçe kepçe yemeklerden alıp, sıra sıra oturup aynı anda oruç açmaları… Yok yok, yoktu öyle şeyler, tencerede ne pişmişse az çok, paylaşılırdı, önce vicdan sofrasında.
Mesela beş yıldızlı iftar yemekleri var mıydı?
İnan bilmiyorum. Varsa bile, o lüks otellerde, beş yıldızlı yemeklerle iftar açanların reklamı yapılmazdı… Top patlar, yer sofrasına çökülür ve aynı kapa kaşık sallanırdı… Birbirimize baktıkça iştaha gelirdik ve herkesin kaşık salladığı o kapın bereketi de arttıkça artardı…
Yoksulu varsılı, birbirini kollayarak yaşardı orucu da bayramı da iki bayram arasını da…
Oruç bir kuş değilmiş!
Sonra sonra, illaki büyüye büyüye öğrendik işin aslını; oruç bir yaşam şekliymiş, hakkını verebilene.
Ramazan ayının, sahurdan iftara kadar belirlenmiş ve iftarda mükellef sofralar vadeden sınırlı açlıktan ibaret olmadığının, yeryüzünde bunca zenginlik ve bolluğa rağmen, dünya nüfusunun üçte birinin yetersiz beslenme ve açlıktan ölme noktasında yaşadığının bedenen ve ruhen farkına varılmasına vesile olması temennisiyle…
תגובות