top of page

14 Mart günlerinde unutulan: Tıbbiye-i Şahaneli Doktor Derviş KUNTMAN

Güncelleme tarihi: 9 May

ree

 “…on beş sene askerlikte, yirmi beş sene sivil memuriyette bulunmak üzere kırk sene çalıştım ve hiçbir zaman yorgunluk duymadığım bu hizmetlere o kadar alışmış, o kadar uyum sağlamıştım ki bunu, yaşamın esas şartlarından sayıyordum…”

Kilis’in Tekke Mahallesi’nden Hacı Derviş Efendi’nin oğluyum. 1883 yılında Tekke Mahallesindeki evimizde doğmuşum.

“Babam Hacı Derviş Efendi, uzun boylu, beyaz sakallı, abani sarıklı, mavi luvi çuhadan yapılma sako ve şalvarlı, malı mülkü çok, sofrası selamlığı herkese açık bir ağaydı. İlerlemiş yaşına rağmen senenin her mevsimi bağ, bahçe işleriyle uğraşır, bir yandan yanında çalışanlara nezaret ederken bir yandan da kırmızı topraklı tarlamızın ufak taşlarını ayırır, bir tarafa yığardı.” (agk:340).

“Babamın vefatından sonraki günlerimiz çok sıkıntılı ve hazin geçmişti. Abdurrahman ağabeyim medrese tahsili için İstanbul’a gidince idaremiz güçleşmiş, annem oturduğumuz kısmı kiraya vermiş, en büyüğümüz on yaşında dört çocukla selamlığa çekilmişti.”

“…anneciğim ise çok içli, çok sessiz bir kadındı; kendisine yapılan haksızlıklara kat’iyen karşılık vermez, hep Allah’a havale ederdi. Ama dayanamayıp sonunda yatağa düşmüştü. Artık Şakire ablam gelip bize bakıyordu” (agk:341).

“Evin içinde, ikisi küçük dört çocuk ağlaşarak bekleştiğimizi ve bir gece annemin sararıp bir mum gibi söndüğünü büyük bir acı ile hatırlıyorum… Nur içinde yatsın”

Küçük denilebilecek yaşta, kardeşim Osman’la birlikte eniştemin refakatinde İskenderun’dan bindiğimiz vapurla medrese eğitimi almak üzere İstanbul’a geldim (agk:21) .

Fuat Paşa Türbesi’nin bulunduğu sokaktaki Çemberlitaş Dizdariye Medresesine yerleştik (agk:21). Ağabeyim Abdurrahman Hulusi’de bu medresede eğitim almaktaydı. Ağabeyim Abdurrahman Hukuk Mektebi eğitimi tamamladıktan sonra medreseden ayrılarak Divanyolu’nda kendisine bir yazıhane açtı ve avukatlığa başladı. Kısa sürede ismi yayıldı, bilinen bir avukat oldu ve hatta Meclis-i Mebusan’da son dönem Kilis Mebusu olarak bulundu (agk:23).

Ben ise kısa süren medrese talebeliğinin ardından; sınavla kazandığım Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi bitirerek 1900’de Çengelköy Askeri Tıbbiye İdadisi’ne girmeyi başardım.

“…Artık tam asker olmuştum. Askeri üniformamla idadinin talim ve terbiyesi altındaydım. Yemekhaneye, dershaneye, yatakhaneye borazanla girip borazanla çıkıyordum.”(agk:24).

Bendeki şansa bakın ki o sene program değiştirilmiş, idadi üç yıldan beş yıla çıkartılmış, Tıbbıye-i Şahane ise; altı yıldan beş yıla indirilmişti.

1904 senesi son baharından Tıbbiye-i Şahane’ye geçtim. Şahane’nin birinci sınıfı sonunda tatilimi geçirmek üzere Kilis’e gittim. Böylelikle uzun bir sürenin ardından ailem ve akrabalarımla hasret gidermiş oldum.

Son sınıfta, İstanbul’da bulunan Avcı Taburlarının isyanına (31 Mart 1909) ve Harekât Ordusu’nun zamanında yetişip memleketi yeniden sûlha, sükûna kavuşturduğuna şahit oldum.

1909 yılında Askeri Tıbbiyeden mezun oldum. Tabip Yüzbaşı rütbesiyle Tıbbiye’den mezun olmamın ardından Gülhane’de staja başladım (Kasım 1909) (age:15).

ree

“… on sene baskı altında okuyup doktor çıktıktan sonra tekrar talebe gibi görülmek hiç hoşumuza gitmedi. Ara sıra toplanıp muavinlerin aleyhine konuşuyor; hastane idaresinin sıkılığından şikâyet ediyoruz… Her şeye rağmen hocalara hürmet ve itaatimiz, müesseseye bağlılığımız tam; derslere devamımızı tamam. Ama bu sıralar hastanede dolaşan bir fısıltı var: İçimizden on arkadaş –aralarında benim de adım geçiyor- güya idareye karşı dik başlılık yapıyormuş, haklarında Harbiye Nezareti’ne şikâyet varmış… şikâyette bulunan (Alman) Wietting Paşa’ymış! ... on doktor Gülhane’den atılmazsa paşa kontratını feshedip Almanya’ya dönecekmiş… Derdimizi dinleyen olmadı. Sürgün yerimize (ERZİNCAN) gitmekten başka çaremiz kalmadı… Padişahın keyfi idaresinden kurtulmak için onca mücadele vermişken, Meşrutiyet devrinde rastgele adamların arzu ve hevesine kurban ediliyoruz.” (agk:43).

21 Haziran 1910 günü (age:17) İstanbul’dan bindiğim Gülnihal Vapuru ile başlayan sürgün yolculuğum Trabzon rıhtımında son buldu. Trabzon-Erzincan şosesi üzerinden başlayan seyahatimde geceleri hanlarda yatarak istirahat edebildim. Nihayet 5 Temmuz 1910 (age:18) günü Erzincan’a varabildik. Böylelikle Işıkpınar Köyü’nde bulunan Askeri Hastane’ye katılarak vazifeme başlamış oldum.

Göreve başlamamızın ardından iki hafta geçmişti ki hastanede gerginlik yaşanmaya başlandı. “…Uzman doktorlar stajerlere baskı yapmaya, hatta hakarete başladılar… Onlardan daha toleranslı olmalarını, bizim İstanbul’u ve Gülhane’yi kaybetmek uğruna muhafaza ettiğimiz alçak gönüllülüğümüzü ve şerefimizi kırmamalarını beklerdik” (age: 18).

Hastanede yaşanan usulsüzlükleri, doktorların ciddiyetsizlikleri ve uzman doktorların hasta menfaatinden evvel kişisel menfaatlerini gözettiklerine, hastanenin adeta ahır gibi olduğuna, uzmanların asker hastalardan ziyade sivil hastalarına bakmak için yarıştıklarına dair rapor hazırladık. “…Bu hastanede büyük bir olay oldu. Uzmanlar arasında büyük bir panik ve heyecan yarattı. … Durumu Yusuf Kenan Bey’in (Başhekim yardc. kolağası) kurnaz hareketi kurtardı. Görünüşte bizimle iyi geçinilecek, hiçbir şey olmamış gibi hareket edilecek, hatta eskisinden daha iyi davranılacak, sonra el altından kuyumuz kazılıp her birimiz bir yere dağıtılacaktık” (age:19).

23 Temmuz 1910 günü Meşrutiyetin ilan günü münasebetiyle hastane heyetinin verdiği yemekte bizlere diğer doktorlar gibi davranılmış, bizlerde bu oyuna inanmıştık.

“Görevimizi devama ve geçmiş şeyleri unutmaya başlamıştık” (age:19).

Ancak “Bir hafta sonra emir geldi. Arkadaşlar yakın yerlere, civar birliklere verildikleri halde …” (age:19). Ben, Kerkük taraflarında olduğundan başka bir bilgiye sahip olmadığım 31’inci Alay’a atanmışım. Hastaneden ilişiğimin kesilmesinin ardından birkaç gün Erzincan’da bir otelde kaldım.

Seyahat hazırlığını tamamlamamın ardından; eşkıyanın varlığına kulak asmadan arkadaşım Rasih’le kiraladığımız iki katıra binerek Tunceli yolu üzerinde seyahatimize başladık. Tabip aletlerimizin haricinde üzerimizde küçük çaplı birer tabancamız vardı.

Ovacık, Hozat, Pertek, Harput, Elazığ, Gölcük, Ergani, Diyarbakır üzerinden Mardin’e ulaştım. Mardin’den sonra Eylül 1910’da Musul’a vardım ve atandığım 2’nci Tabura katıldım.

Kısa süre Musul’da kaldıktan sonra taburum Siirt’e hareket emri aldı. 22 Ekim 1910 günü Siirt’e geldim. Siirt ve havalisinde muhtelif görevlere sevk edilen müfrezelerde görev aldım. Hatta Çölemerik’te (Hakkâri) baş gösteren isyan üzerine sevk edilen birliğin tabibi olarak da görevlendirildim

4 Ekim 1911’de taburumla birlikte Malatya’ya hareket ettim ve 14 Ekim 1914 günü Malatya’ya geldim. 12 Mayıs 1912 gününe kadar Malatya’da kaldıktan sonra birliğimle bu tarihte Arapkir’e hareket ettik. Buradan da Erzincan’a intikal ettik. Ve nihayet 28 Mayıs 1912 tarihinde yeniden Erzincan’a geldim. Ancak bu kez hastane tabibi olarak değil kıt’a tabibi olarak…

Alay’ımın da bağlı olduğu 31’inci Fırka, üç alayıyla (91:92:93) Erzincan’da toplanmıştı. Bir müddet Erzincan’da kalmıştım ki 1912 yılının Eylül’ünde “enterekolite” (bağırsak iltihabı, ishal) hastalığına yakalandım. “Bir türlü iyileşemiyordum. Nihayet bana bir ay hava değişimi ve istirahat verdiler.” (age:43).

Uzun süreden beri göremediğim ailemin yanına gitmeyi arzuluyordum. Her türlü müşkülü göze alıp, atıma binerek; Kemah, Eğin, Arapkir, Malatya, Besni ve Antep hattında seyahat ederek aileme gidecektim… Uzun süre at üzerinde geçen seyahatin ardından Ekim 1912 başında Kilis’e ulaşmıştım.

“…Kilis’e gelir gelmez ishalim kesildi… Buranın en güzel zamanıydı. Havası, suyu, üzümü, özellikle yemekleri beni yeniden canlandırdı…” (age: 44) .

“… Tekke mahallesindeki evimizin taraçasından merakla etrafı seyrediyor, çocukluk anılarıma dalıyordum… Evi her köşesinden, her parça eşyasından birçok olay hatırlayarak hem seviyor, hem üzülüyordum. Hele birbiri peşinden babamı annemi kaybettiğim 1898’de İstanbul’a gittiğim günler gözümün önüne geliyor…” (age:44).

Kilis’te geçen güzel günlerim Ramazan ayına denk gelmişti. Bayram yaklaştığından alış-veriş yapmak üzere Halep’e giderek bir otele yerleştim. Halep, vilayet merkezimiz olduğundan yıllardır hep merak etmiştim. Halep günlerini ve gecelerini teneffüs ettiğimde; sokaklarda konuşulan dil ve şehrin havası bana çok uzak gelmişti. Bu günlerde Karadağ’ın bize harp ilan ettiğini öğrenmiştim. “Birden bire dona kaldım. En sonunda Balkanlar’ı ateşe verdiler diye söylendim. Artık burada bir dakika daha kalamazdım. Bayram hazırlıklarını bir tarafa bırakarak hemen bir araba tutarak büyük üzüntü ve heyecan içinde Halep’ten ayrıldım…” (age: 45).

“Kilis’e geldiğimde ablama, Balkanlarda harp patladığını, bir an evvel taburuma yetişmek zorunda olduğumu anlatınca ağladılar ” (age:45) “ Ablamı ve kardeşlerimi gözyaşları içinde bırakıp doya doya gezip görmeden güzel memleketimi terk ettim...” (agk:84).

En seri şekilde Fırka’mın ve Alay’ımın bulunduğu Erzincan’a 31 Ekim 1912’de ulaştım (age:46). Benim için 10 yıllık harp dönemi başlamıştı artık…

Alayımızın seferberlik hazırlığının tamamlanmasının ardından 8 Aralıkta Erzincan’dan Trabzon’a intikale başladık.

“…16 Aralık 1912 günü Trabzon’a geldik. Askerlerin çoğu deniz, vapur görmemiş olduğundan limanda bekleyen, binecekleri vapuru uzaktan merak ve hayretle seyrediyor, bu ufak gemiye nasıl sığacağız? Diye konuşuyordu.

Gerçekten Nejat Vapuru ufak tefek bir şeydi…” (age:49). “Nihayet limandan ayrıldık. Uğradığımız her iskeleden yine asker alıyorduk. Giresun’dan da başlarında ‘Topal Osman Ağa’ olduğu halde bir sürü gönüllü bindi” (age:49).

25 Aralık’ta İstanbul’a, 28 Aralık’ta İzmit’e vardık. 4 Şubat 1913’de Şarköy çıkartma harekâtı ile başlayan harp günlerimin bundan sonraki safhalarında; Gelibolu, Çanakkale, Ayastefanos, Çatalca, Kartaltepe, Silivri, Karıştıran ve Edirne mıntıkalarında bulundum.

Büyük ölçüde toprak kaybı yaşamış ve yüzlerce de şehit vermiştik. Kaybedilen topraklardan göçe zorlanan veya yerleşim yerlerini boşaltan insanlara her yerde tesadüf etmek de mümkündü. Sûlhun sağlanması ve kıtaların barış durumuna geçmesini takip eden günlerden sonra kıta’mdan izinli olarak 18 Mart 1914’de İstanbul’a geldim. Ancak İstanbul’da kötü bir sürpriz beni beklemekteydi; Barbaros zırhlısında görevli kardeşim Mülazım Sabri’nin intihara teşebbüs ederek yaralandığı ve tedavi gördüğü bilgisi ile yıkılmıştım. Bir iki hafta süren tedavisinin ardından taburcu edilen kardeşimin hayatta kalmış olmasıyla teselli buldum.

Birçok askeri tabibin bir şekilde yurt dışına eğitime gönderildiğini biliyordum. Ben de hazır İstanbul’da iken; yurt dışında uzmanlık eğitimi almak maksadıyla Harbiye Nezareti’ne dilekçe verdiysem de dilekçeme olumsuz cevap verildi.

İstanbul’da izinli bulunduğum esnada Fırkam, Erzincan mıntıkasına sevk edilmişti. Bendeki Avrupa hayalleri de yıkılınca zaman kaybetmeksizin Anadolu’ya geçmeye karar verdim…

. . . . . . . . . .

Niksar ve Ünye'de (Eylül 1914): Merkezi Sivas'ta olan 10'uncu Kolordu, bütün tümenlerini Karadeniz sahillerinde topluyor. Bizim 31'inci Tümen de Ünye'ye gidiyor ve Alaylarına orada birleşmek üzere emir veriyordu. Alayın (91) Tokat'tan ayrılması çok heyecanlı oldu. Bütün halk, bilhassa subay aileleri yollara düşmüş, bizi ağlayarak uğurluyordu. Henüz bir harbe girmemekle beraber bu hareketin, bu gidişin ona doğru olacağını şimdiden seziyor ve üzülüyorduk.

Ahtap yoluyla Niksar'a geldik. Burada bir gün kalarak derlendik toparlandık. Bizim 1'inci Tabur'a gelen doktor biraz derbeder bir kişi. Tokat'tan ayrılırken evinin kapısının anahtarını cebinde unutmuş, ailesini bilmeyerek eve hapsedip yola çıkmıştı. Bu, arkadaşlar arasında epey zaman gülmeye neden oldu.

Niksar, içinden Kelkit Çayı akan geniş bir ovaya bakan, küçük, tarihi bir kasabadır. Buradan hareketle Karakuş nahiyesine, oradan da bir ormanlık bölgeyi geçerek Karadeniz yamaçlarına indik ve Ünye'ye vardık.

Ünye, Karadeniz'in en güzel kasabalarından biri. Tümen birlikleri, kasabadan 6-7 kilometre uzakta. Ünye Deresi'nin iki tarafındaki ağaçlı, gölgeli alanlara yerleşmiş. Bizim Alay da buralarda kendisine bir yer ayırarak çadırlı ordugâhını kurdu. Ben de taburun bir tarafında bir konik çadır içine yerleştim ve etrafıma sıhhiyecileri toplayarak çalışmaya başladım.

Tümenin birlikleriyle bir araya toplanması buraya tam ordugâh manzarası vermiş, herkes talim ve eğitim ile uğraşarak sanki bir kışla hayatı başlamıştı. Karargâhını bir tepenin üstünde kurmuş olan ve yeni gelmiş bulunan kumandan Kurmay Albay Hasan Vasfi Bey buradan her tarafı gözlüyor ve günlük emirlerini yolluyordu. Tümene başhekim olarak da Binbaşı Ruhi Bey gelmişti. Bizim alayın bulunduğu saha, tabiat bakımından çok çekici idi. Yanımızdan akan derenin kenarındaki ağaçların gölgeleri suya düşüyor, hoş bir manzara meydana getiriyordu. Bununla beraber, Tokat'tan ayrılış dolayısıyla herkeste bir durgunluk ve genel durum bakımından da endişe vardı. Hele ağızdan ağza dolaşan rivayetler, bizi daha çok üzüyordu. Güya kolordunun Karadeniz sahillerinde birikmesi herhangi bir çıkarma meselesiyle ilgili imiş. Hatta Rusya sahillerine çıkarılmamızın bile ihtimali varmış.

Bu sırada izin yasak olduğundan, asker arasında hasta ve kaçma çoğaldı. Tabiatıyla "yalandan hasta" olma da arttı. Bizim askerin saflığını gösteren bu yalancı hastalık örneklerinden birini daha anlatayım: Bir gün çadırımda otururken 3'üncü Bölükten bir askerin bayıldığını haber verdiler. Koştum; askeri, çadırında arkadaşları arasında muayene ettim. Asker, acemice bir sara (epilepsi) nöbeti taklidi yapıyor, ağzından köpükler (age: 72) çıkarıyordu. Fakat diğer belirtileri uyduramadığından, onun yalancılığı derhâl belli oluyordu. Bu askerin "yalandan hasta" olduğunu yüzbaşısına bildirdim. Aradan iki gün geçti. Askerin tekrar bayıldığını söylediler. İddiamı tekrar ettim. Fakat yüzbaşı, bu sırada böyle askerlerle uğraşamam, alın hasta ise tedavi edin değilse hakkında işlem yapın, diye askeri bana yolladı. Yüzbaşı haklıydı. Askeri aldım.

Sıhhiyecilerin yanında ayrı bir çadırda yatırarak yine perhize tabi tuttum. Yalandan hasta olanları söyletmek için benim de yegâne silahım bu idi. Üç gün geçtiği hâlde asker çadırda istirahat ediyor, sabırla neticeyi bekliyordu.

Arkadaşlarının ona yardım ettiğini, yemek verdiklerini anladım. Perhizi, ayrı kalmasını biraz daha sıkı tuttumsa da yine nöbetlerini devam ettiriyordu. Fakat bir hafta sonra direnci kırıldı. Köyünde unuttuğu En'amı (Bazı Kur'an surelerinden oluşan küçük kitapçık) gelmedikçe bu hastalıktan kurtulamayacağını haber verdi. Mesele halledilmişti. İki gün sonra bayıldığını tekrar bildirdiler. Masanın üstünde bulunan ufak formüllerimi hemen bir beze sararak hastanın yanına koştum. Sıhhiyecilere hitaben: "Çok şükür bir En'am buldum, getirdim. Şimdi bunu koltuğunun altına koyacak olursam derhâl ayılacak." dedim ve formülleri koltuğunun altına sıkıştırdım. Hasta hemen açılarak: "Allah razı olsun." diyerek elimi öpmeye başladı. Ben de: "Acele etme, bu En'am değil, Fransızca bir kitaptır." diyerek formülleri meydana çıkardım ve orada hazır olanlara gösterdim. Bu durum karşısında suçunu itiraftan başka çare bulamadı. Zavallının maksadı köydeki nişanlısını bir defa daha görmek imiş. İzin verilmediği için bu yola sapmış.

Ekim 1914:Bir gün vizitede asker arasında bir iki dizanteri vakası gördüm, şüphelendim. Birkaç gün sonra vakalar artmaya başladı. Hemen tümen başhekimine bir rapor vererek alayda bir haftadan beri sık sık dizanteri görüldüğünü; bunun, birliklerin dere üzerinde toplanmasından, yukarıdakilerin kirletip aşağıdakilerin içmesinden ileri geldiğini, böyle devam edecek olursa hastalığın daha da artacağını, bunun için birliklerin dere üzerinden kaldırılmasının zorunlu olduğunu bildirdim. Şarköy'deki tifüs meselesinden canım yandığından raporu böyle kesin bir tarzda yazmaya mecbur oldum.

Arkadaşım Dr. Abdullah, durumu idare etme taraftarı idi. Olayı sadece bildirerek neticeyi yüksek makamlara bırakmak istiyordu. Bu sebepten, raporu yalnız başıma yazdım. İki gün sonra tümen başhekimi aracılığıyla tümen kumandanının çadırlı karargâhına çağrıldım. Ruhi Bey telaşlı görünüyordu. Beni kumandanın yanına götürdü. Kumandan sert bir ifade ile raporuma itiraz etti. Birliklerin bir taktik zorunluluk nedeniyle dere kenarına toplandığını, denizden görünmemizin sakıncalı olduğunu, bunun için burada kalarak hastalığa karşı gereken tedbirlerin alınmasını emretti. Ben hiçbir şey söylemeden yanından çıkıp tabura geldim. Fakat nasıl (age:73) olduysa iki gün sonra kolordudan bir bakteriyolog gelerek inceleme yaptı. Neticede hastalığın dizanteri olduğu ortaya çıktı. Sonradan kolordunun, birliklerin dere üzerinden süratle uzaklaştırılmaları hakkındaki emri geldi. Bunun üzerine denizden görünmeyen ve dereden uzak olan yerlere çekilmek suretiyle ordugâh değiştirildi. Ben de davamda haklı çıktığımdan, bir salgının önüne geçtiğimden dolayı memnun ve müsterih oldum. Bir tabur tabibinin de meslek hayatında kavuşacağı en büyük manevi ödül bu idi.

Sonbahar yağmurları başlamış, ordugâhımız çamur içinde kalmıştı. Artık bu beklemeden, bu kararsız durumlardan bıkmış usanmış, ne olacaksa olsun demeye başlamıştık. O zaman Avrupa ateş içinde yanıyor, Almanlar sağa sola saldırarak harp ediyorlardı. Biz de onlarla savunma ittifakı yaptığımızdan, taarruz edecek düşmana karşı rahat rahat hazırlık yapmamız, çalışmamız gerekirken denizden görünmeyelim diye kötü şartlar altında kendimizi yıpratıp duruyorduk.

Birkaç gün sonra, tümenimizin Niksar'a çekilerek orada kışlayacağı ve konak yerlerinin ayrılması ve temizlenmesi için de benim memur edildiğim, tümenden gelen emirden anlaşıldı. Bir subay ve beş on askerle hemen Niksar'a gittim. Ova köylerini gezip yerleri ayırmaya başladım. Fakat bir gün sonra acele biçimde tümene katılmam hakkında bir telgraf aldım. Durumun değiştiğine hükmederek Ünye'ye döndüm.

10 Kasım 1914: Amiral SOŞON, emrindeki Yavuz ve Midilli ile Karadeniz'e açılıp Rus donanması Boğaz'a torpil döküyor, bahanesiyle Sivastopol, Odesa, Novorossisk limanlarını bombardıman etmiş ve birkaç Rus gemisini de batırdıktan sonra İstanbul'a dönmüş. Bu şekilde, bizi derhâl harbe sokarak amacına ulaşmıştı. Bu baskından habersiz olan hükûmet, Ruslara uyarı vermek, hasarı tazmin etmek, bundan sonra böyle hareketlere mâni olacağını bildirmek suretiyle işi görüşme yoluyla halletmek istemişse de Ruslar artık zamanın geçtiğini beyan ederek Erzurum'dan sınırımıza saldırmak suretiyle harbe başlamışlardı.

Padişahın, İtilaf devletlerine harp ilan edildiğine dair kararı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın orduya beyannamesi yayınlandı (age: 74).

“Sevgili vatanımızın barış yolunda ilerlemesi için çalışırken Avrupa’da büyük bir savaş başladı. Allah’ın yardımı ile mukaddes hukukumuzu korumak için bütün evlatlarımı silah başına çağırdım. Seferberlik, daha haftası bitmeden önce o kadar çok genç silahaltına deldi ki, ordunun ilk ihtiyacı doldu. Milletimin gösterdiği bu gayret ve samimiyet karşısında çok duygulandım. Gerektiğinde tekrar silah başına çağrılmak üzere şimdilik fazla olan eğitimsizlerden yaşlılarına geçici olarak izin verilmesini bildirdim. Memleketine gidenler, silahaltında bulunan kardeşlerinin tarlalarındaki işlerini yapsınlar. Devletim, barış içinde yaşamak istiyor. Allah’ın izni, Peygamber’in yardımı, milletimin gayret ve sevgisiyle memleketimizi ve hukukumuzu her durumda koruyabileceğimize eminim. Bütün evlatlarıma selam ederim. Asker evlatlarımdan, büyüklerinin sözünü sözüm gibi kabul ederek gayretle her işte emre uygun davranmalarını ve gerektiğinde ölüme karşı bile hep birlikte gitmelerini kesinlikle gerekli ve hak yolunda atalarımız gibi sabırla çalışacak olanlarla ordumun görevini yapacağına eminim. Allah yardımcınız olsun…”

Erzurum'a Hareket (12 Kasım 1914): Tümenimiz Ünye'den Erzurum'a hareket için emir aldı. Zaten harekete hazır durumda idik. Hemen Karakuş yoluyla Niksar'a doğru yola çıktık. Yol boyu devamlı ormanlık. Yol, Halil Rıfat Paşa zamanından kalma bir şose. Virajları döne döne yokuşlara çıkıyoruz. Sonbaharın bu yağmurlu günlerinde, bu sık ormanlar içinde harbe giden bir alayın yürüyüş kolunun içinde bulunmak, insana güven veriyordu. Askerin hâli yine değişti. Onlara bir canlılık geldi. Türkülere başladılar. Yanık yanık söyleyip duruyorlar. Ben de taburun arkasında düşüne düşüne gidiyorum.

Niksar'da bir gün kaldık. Eksiklerimizi tamamladık. Buradan Reşadiye, Koyulhisar, Suşehri, Refahiye, Erzincan, Tercan yoluyla Erzurum'a gideceğiz; yani Kuzey Anadolu'nun yarısını batıdan doğuya yürüyeceğiz. Niksar'dan sonra Kelkit Vadisi'ni takiben ilerliyoruz. Bereket versin, yürüyüş için en uygun hava. Ne sıcak ne soğuk. Asker çok dinç. Askerlerin sırtlarındaki silah ve savaş teçhizatı yürüyüşlerindeki ahenk ve dengeyi artırıyor; yüzleri tunçlaşmış, vücutları çelikleşmiş, devamlı adımlarla rap, rap! Yürüyorlar. Akşam konak yerlerine vardıkları zaman, tam kalorili yemeklerini yedikten ve iyice istirahat ettikten sonra, ertesi gün daha neşeli, daha kuvvetli bir hâlde yürüyüşe geçiyorlar.

Köylerde konaklama şekli şöyle oluyor: Konakçı subayı; alaydan aldığı direktif üzerine yanına iaşe subayı, tüfekçi ve subay emir erleriyle küçük ağırlığı alarak sabah erkenden kalacağımız köylere gider. Oraya varınca önce alay karargâhına, tabur, bölük kumandanlarına, tabur tabiplerine odalar ayırarak kapılarını tebeşir ile işaret eder. Sonra askerin, hayvanların yerleri hazırlanır. Köyün uygun bir yerinde büyük kazanlar kurularak o günkü yiyecek çıkarılıp yemekler pişirilir. Akşamüstü taburlar hedefe varınca köyün başında karşılanıp herkes yerine yerleştirilir. Odamıza girince her şeyin tanzim edildiğini, ocak başına portatif karyolamızın kurulduğunu, bir rahata kavuştuğumuzu görürüz. Biraz istirahatten sonra ayak vizitesi başlar. Yürüyüş esnasında ayak vuruğu büyük bir miktar oluşturur. Kimisinin ayağını yıkatırız, kimisine tentürdiyot süreriz, kimisine de pansuman yaparak onu yarınki yürüyüşe hazırlarız.

Akşam ezanından sonra oda sahibi görünür. Hatır sorduktan sonra ortaya sofra konur. Üstüne bir kâse çorba veyahut bir sahan bulgur pilavı ile sac ekmekleri sıralanır. Etrafına da peynir, yoğurt gibi şeyler dizilir. Afiyetle yenir. Yemekten sonra kahveler içilerek günün meseleleri konuşulur. Köyün bu orta hâlli adamları bu misafirperverliği öyle sade, öyle alışık bir tarzda yaparlar ki bunun kendilerine atalarından kalma bir adet… (age: 75).

. . . . . . . . . .

Cihan Harbi müddetince; Erzurum, Sarıkamış, Tuvanç Ovası, Narman Boğazı, Oltu, Allahuekber Dağları, Tortum, Kötür Köprüsü, Kop, Erzincan, Refahiye, Zara, Sivas, Şebinkarahisar, Vakfıkebir, Trabzon, Doğubayazıt ve Eleşkirt mıntıkalarında tabur tabipliği ve askeri hastane tabipliği görevlerinde bulundum. Vakfıkebir ve Görele’de bulaşıcı hastalıklar bölge tabipliği görevinde bulundum (age:136-137-138-139-140-141). Bu görevde bulunduğum günlerde eşim Naciye hanımla (1903-2001) tanıştım ve Vakfıkebir’de evlendik (agk:227). Tüm harp müddetince tahayyül edemeyeceğiniz acılara, yaralara ve acizliklere ve de yokluklara şahit oldum ve yaşadım…

Trabzon Asker Hastanesinde bulunduğum esnada ( 7 Ocak 1919) 9’uncu Kolordu emrine atandığımı öğrendim. 10 Ocak günü eşimle birlikte Trabzon’dan Erzurum’a doğru zorlu bir seyahate başladık. Hamsiköy’de beş gün zorunlu olarak kaldık zira araç bulmak oldukça zordu… On üç gün süren seyahat sürecimizden sonra 23 Ocak 1919’da Erzurum’a varabildik (age:144). Benim için Milli Mücadele günleri de böylelikle başlamış oldu…

30 Ocak 1919 tarihinden; 28 Mart 1922 tarihine kadar 9’uncu Kolordu’nun icra ettiği birçok harekâta, Kızıl çeteler ve Ermeniler üzerine gerçekleşen taarruzda göre aldım. Hatta İran topraklarında ve Iğdır’da sivil çete müfrezelerinde de görev yaptım. Iğdır’da görev yaptığım günlerde “Aras” adlı bir de gazete çıkarttım (agk:276).

10 Şubat 1922 gününden itibaren Batı Cephesi’ne intikal hazırlıklarına başlamıştık. Bu sırada Iğdır’da görevliydim. 7 Mart günü Sarıkamış’a ulaştık. Artık 21’inci Fırkanın emrinde idim. Fırka Kumandanım ise Kaymakam Reşat Bey’di (ÇİĞİLTEPE). 9 Mart’ta Sarıkamış’tan, 28 Mart’ta ise Erzurum’dan çıkış yaptık. 7 Nisan’da Erzincan’a ulaştık. “…Kader beni döndürüp dolaştırıp Fırat kenarına atıyor; her felaketten, her zaferden sonra beni buraya uğratıyor, elbette bunda bir sır vardır” (age:167). Tüm bu intikalde eşlerimiz ve çocuklarımızda bizlerle birlikte seyahat etmekteydi.

Erzincan’da 12 gün kalmıştık ki yeniden yola revan olduk bu kez ilk konak yerimiz Sivas olacaktı. 6 Mayıs’ta Sivas’a geldik. Kısa konaklamanın ardından Kayadibi, Sarkışla, Gemerek ve Sultanhanı güzergâhını takiben Kayseri’ye vardık.

Kayseri, dağınık ve ailelerinde bulunduğu intikalimizin son noktası olmuştu. Verilen emir üzerine ailelerimiz Kayseri’de kalacaklardı. Ben de eşim ve çocuğum için Talas’ta ferah bir ev kiralamış ve onları yerleştirmiştim. Bir taraftan da Batı Cephesi’ne intikal hazırlıklarını yapmaktaydık.

Seri şekilde gerçekleşen intikalimizin ardından 19 Mayıs 1922’de Fırka’mız Şereflikoçhisar’da toplanmaya başladı. Sıhhiye Bölüğü olarak biz de gayet muntazam bir şekilde intikalimizi tamamlamıştık. 28 Haziran’da bölüğümle birlikte Akşehir’e geldim. Aldığımız emir gereği; Fırka Sıhhiye Bölüğü “Mevlutlu Hastanesi” adiyle hizmet verecek şekilde düzen aldı ve kısa sürede hastane yapılanmasını tamamladık.

Milli Mücadele’de, Batı Cephesi’nde Mevlutlu, Kumrallı Askeri Hastanelerinde, Afyon üzerine gerçekleşen taarruzda, Dumlupınar’da, Uşak üzerine gerçekleşen taarruzda, İzmir’in teslim alınmasında ve Uşak Hastanesinde görev aldım. Bunlara ilaveten Salihli Hastanesi, Soma Hastanesi, Edremit Hastanesi’nde görev yaptım. Milli Mücadele’nin son evresinde Ezine mıntıkasında bulunan 17’inci Fırka’nın Sıhhiye Bölüğü Baştabipliğine atandım (age:184). Lozan Barış Antlaşması imzalandığında ise Ezine’de bulunuyordum.

Kısa süre sonra; 31 Temmuz 1923’te Kolordunun emriyle Ezine’de bulunan 114 numaralı Hastanenin ikinci tabipliğine tayin edildim (age:186, agk:311). Ancak bu günlerde askerli mesleğinde istifamı içeren dilekçemi Fırka’ya teslim etmiştim. 28 Ağustos 1923, 114 Numrolu Hastane de kapatıldı fakat başka bir yere tayin haberi gelmemişti (agk:311). “ Acaba istifam kabul edildi de işleminin tamamlanması mı bekleniyor? Yoksa bu kadar hizmete ödül olarak beni daha iyi bir yere mi tayin edecekler? Diye düşünüp duruyordum” (age: 187).

“15 Eylül 1923. Mukadderatım belli oldu: Doğu Cephesi’ne hareket emri alan ve Ayvalık’ta vapura binmeye hazırlanan Üçüncü Fırka’nın açığına (emrine) tayin edildim…” (agk:312). “… yüzlerce tabip dururken, bir vatan haini gibi yine be, tekrar Soğanlı dağlarına, Palandökenlere sürüleceğim!...” (agk:312). “Hiç değilse istifa dilekçeme verilecek cevabı beklemek için birkaç gün izin istedim. Bu dileğim de kabul edilmedi; ‘gittiğiniz yerde netice size bildirilir’ denildi ve derhal hareketim emredildi” (agk:312). Vapurla geldiğim Trabzon’dan hareketle 14 Ekim 1923 günü Bayburt’a geldim. 21 Kasım’da istifa dilekçemi yeniden verdim. Aralık ayı sonunda; “ İstifadan vazgeçtiğim takdirde, Erzincan Hastanesi Bakteriyologluğuna tayin edileceğime dair Erzurum’daki Kolordu’dan telgraf geldi. Görüşüm soruldu. Doğal olarak olumlu cevap verdim…” (age:190). “22 Ocak 1923… tayin emrim geldi. Bu şekilde bir kere daha tabur tabipliğinden kurtularak hastaneye tayin edilmiş bulunuyorum”(age:190). 1 Mart 1923 günü Erzincan’a geldim. Hastanede göreve başlamamın ardından 23 gün sonra Ezine’de verdiğim dilekçemin cevabı gelmiş, istifamın kabul edildiği haberini aldım.

“Şurasını da belirtmek isterim ki maceralarla dolu şu on beş senelik askerlik hayatımın bana memleketi, milleti, idare tarzımızı iyice öğretmiş; beni her sıkıntıya, er felakete göğüs geren, hiçbir şeyden yılmayan bir hale getirmiştir…” (age:191).

. . . . . . . . . .

Buraya kadar empati kurarak ve yayınlanmış anılarından alıntılar yaparak hikayesini oluşturduğum kişi; Tabip Binbaşı “Kilisli” Mehmet Derviş KUNTMAN’dır.

Dr. KUNTMAN, askerlik mesleğinden istifa ederek ayrılmasının ardından Erzincan Askeri Lisesi (şimdiki 3’üncü Ordu Komutanlığı binası)’nde fizik dersi öğretmeni olarak göreve başlamıştır. KUNTMAN anılarından bu süreçten şu şeklide bahsetmektedir:

“…Hemen Sağlık Dairesine koşarak açık bulunan merkez hükümet tabipliğine aday oldum. Cevap gelinceye kadar boş durmak olmayacağında, her gün Vaskirt köyünden yaya olarak şehre iniyor, bir iş arıyordum. Bu esnada Askeri Lise fizik hocalığının açık olduğunu ve bir ücret karşılığı hemen işe başlayacağımı öğrendiğim zaman çok sevindim. Akşam köye koşarak ailemi durumdan haberdar ettim. Ailemin bozulmuş manevi kuvvetini düzelttim.” (age:195).

KUNTMAN’ın anılarından anlaşıldığı üzere istifa ettiği dönem üç çocuğu bulunmaktaydı; “… bu yeni hayata hiçbir şekilde hazırlıklı olmadığımdan büyük bir sıkıntıya girdim… Aralıksız çırpınıp duruyor, sinir krizleri geçiriyordum. Daha acıklısı üç çocuğumun mahzun bakışları altında eziliyor, büyük bir kabahat işlemişim gibi azap duyuyordum” (age:195, agk:318).

Kısa süreli fizik öğretmenliğinin ardından KUNTMAN, 25 Haziran 1924 tarihinde Erzincan Merkez Hükümet Tabibi olarak atanmıştır. Bu tarihten itibaren yaklaşık 7 yıl Erzincan’da görev yapan KUNTMAN, vekâleten yürüttüğü Erzincan Sağlık ve Sosyal Yardım Müdürlüğü 14 Şubat 1930 tarih ve 3985 sayılı üçlü kararname ile asaleten atanmıştır (DAB, CA: 30-11-1-0 / 54-7-7).

İstanbul’da izinli bulunduğu esnada Çocuk Hastanesi’nde karşılaştığı eski ahbabı dönemin Ordu Valisi Hasan Tahsin BAYATLI’nın “Ordu Sağlık Müdürlüğü’nün boş bulunduğu, derhâl oraya geçmesi gerektiği” yönündeki telkinleriyle ORDU’ya tayin istemiştir (age:209).

Mezkûr kadroya tayini isteyen KUNTMAN; 8 Eylül 1931 tarih ve 7820 sayılı üçlü kararname ile “Ordu Sıhhat ve İçtimai Muavenet Müdürü – İl Sağlık Müdürü- “ olarak atanmıştır (DAB, CA:30-11-1-0 / 65-23-5). Kendi isteği ile atama istediğinden ötürü harcırahsız olarak ataması yapılan KUNTMAN ORDU’ya dair ilk izlenimlerini anılarında; “27 Eylül 1931’de Ordu’ya gelip vazifeye başladım. Ordu’nun vapurdan görünüşü çok güzel. Her taraf yeşillik içinde olup aralarındaki kırmızı kiremitli evler pek hoşumuza gitti…” (age:209)

“Bahçesi portakal ağaçlarıyla dolu, denize nazır bir eve ailemle yerleştim.” (agk:326) sözleriyle ifade etmektedir.

Kars Sıhhat ve İçtimai Muavenet Müdürü – İl Sağlık Müdürü- olarak tayin olacağı (DAB, CA: 30-11-0 / 102-6-16) 4 Mart 1936 tarihine kadar ORDU’da görev yapan KUNTMAN anı defterine ORDU’YA dair tespit ve izlenimlerinin yanı sıra şehirde yaşadığı menfi ve müspet yaşanmışlıkları da kaydetmiştir.

KUNTMAN’ın anılarından:

“… Uzun seneler Doğu ve Orta Anadolu’da yaşadığımızdan; sahilin ılık havası, denizin her gün bir ren ve şekil alan manzarası, çoluk çocuğu çok sevindirdi…”

“İlk karşılaştığım güçlük, Memleket Hastanesi oldu. Eskisi Sağlık Müdürlüğü yakınında; eski dar işe yaramaz bir binada olup yenisi de bitmediğinden herkes sıkıntı içinde bocalayıp duruyordu”

“…Kasabaya üç kilometre mesafede Keçiköy denilen yerde yapılan yenisi, iki katlı olup buranın kalorifer tesisatı henüz bitmemişti…”

Notlarında şehirde sıkça vakalarına rastlanılan frengi ve sıtma hastalığına de değinen KUNTMAN, ORDU’nun içme suyu sıkıntısına da uzun uzun değinmektedir:

“…Belediyelerin her şeyden evvel memlekete içme suyu getirmesi ve mevcutlarının düzeltilmesi, başta gelen vazifeleri gereği iken burası da bu hususlara önem vermemiş, eski çeşmelerin yolları hemen tamamen bozulduğu gibi, suları da içilmez bir hale gelmişti”

Şehirde baş gösteren tifo vakasına gerekçe olarak içme suyunu işaret eden KUNTMAN durumu şöyle ifade etmektedir:

“ saptanan birkaç tifo vakası görülmesi üzerine yapılan incelemede hastalığın seneden seneye artmakta olduğu ve endemik bir hâl aldığı, sebebinin de çeşmelere gelen suların lağımlara karıştığı, bunun üzerine geçmek için memlekete demir borularla iyi bir su getirmekten başka çare olmadığı detaylarıyla izah edilerek vilayetin dikkati çekilmişti.”

“…Biz de bu havalide çok olan ve sertlik derecesi bir buçuk olan Akobuz Suyu’ndan örnek alıp ve onun miktarını ölçüp Sağlık Bakanlığı’na gönderdik.”

“… Bakanlığın; suyun niteliği ve niceliği bakımından kasabaya akıtılması uygun olduğu hakkındaki yazısı üzerine vilayet, belediye ve bayındırlık faaliyete geçerek, plan ve projeleri yaptı”.

ORDU’daki Kızılay faaliyetleriyle de yakinen alakadar olan KUNTMAN, “…kimsesiz, ilaçsız olanlara yardım ederek…” başarılı olmuştur. Hekim olmanın zorluğunun yanı sıra fakir halkın tedavi olabilmek adına nedenli zorluklar çekiğine birçok kez ORDU’da şahit olan KUNTMAN, “…Ordu’da hekimlik yapmak kolay değildir. Burada halk hemen her vaka karşısında büyük hassasiyet ve tepki gösterir. En normal bir hareket için şikâyet olduğu görülür” demek suretiyle de konuyu farklı bir yönden de değerlendirmektedir.

Şehrin eczanelerinden, denizin güzelliği ve tehlikesinden, fındık üretimi ve kazaların (ilçelerin) mevcut durumundan da çokça bahseden notlarında Fatsa, Ünye ve Yasunburnu civarındaki mesire alanlarını da anlatmıştır.

Anılarından da anladığımız üzere şehirde kurduğu dostlukların arasında eczacı Şükrü DENİZ’le olan bağları farklı bir yer işgal etmektedir: “Ordu’da eczaneler doktorların, memurların ve memleketin ileri gelenlerinin buluşma yerleridir. Akşamüzerleri herkes buralarda toplanır, günün havadis ve dedikodularını konuşur. Bazı geceler, bankoların arkası, porselen havanlarda hazırlanan mezeler ve Eczacı Ali Şükrü (Deniz) Bey’in kendi eliyle imbikten geçirip mezüreli kadehlerde sunduğu likörlerle ölçülü bir bezm-i muhabbete mekân olur” (agk: 332).

KUNTMAN’ın Eczacı Şükrü Bey ile olan ahbaplığı ileriki yıllarda farklı bir boyut kazanacak, oğlu Dr. Orhan Derviş ile Şükrü Bey’in kızı Türkan ile evlenecektir… Oğlunun bu evliliğinden Mehmet Ali, Bumin ve Gülin adında üç torunu dünyaya gelmiştir.

ORDU’ya ilgisi ve sevgisinin farklı bir yeri olan KUNTMAN, yukarıda da değindiğim üzere 4 Mart 1938 tarihinde Kars Sıhhat ve İçtimai Muavenet Müdürü – İl Sağlık Müdürü- olarak tayin edilmesiyle (DAB, CA: 30-11-0 / 102-6-16) ORDU’dan ayrılarak 11 Nisan 1936’da KARS’ta göreve başlamıştır (agk:33).

KARS Sağlık Müdürlüğü görevinin ardından sırasıyla; 2 Haziran 1939’da Kırklareli (DAB, CA: 30-11-1-0 / 133-29-14) ve 12 Temmuz 1941’de Çanakkale (DAB, CA: 30-11-1-0 / 147-18-7) İl Sağlık Müdürü olarak atanmış ve görev yapmıştır.

Çanakkale İl Sağlık Müdürü olduğu dönem Reis-i cumhur İsmet İNÖNÜ imzalı 17436 sayı ve 4 Temmuz 1942 tarihli kararname ile (DAB, CA: 30-11-1-0 / 155-21-7) “2’nci Sınıf İl Sağlık Müdürlüğü” terfi etmiştir. Dört yıl sonra ise 20049 sayı ve 12 Mart 1946 tarihli kararnameyle kadrosunun değişmesi sebebiyle aynı kadroya yeniden tayin edilmiştir (DAB, CA: 30-11-1-0 / 181-8-4).

. . . . . . . . . .

“…on beş sene askerlikte, yirmi beş sene sivil memuriyette bulunmak üzere kırk sene çalıştım ve hiçbir zaman yorgunluk duymadığım bu hizmetlere o kadar alışmış, o kadar uyum sağlamıştım ki bunu, yaşamın esas şartlarından sayıyordum…” (age: 235) ansızın emekliliğe sevki ile hissettikleri bu sözlerle anı defterine not düşen Dr. Mehmet Derviş KUNTMAN; 5434 Sayılı Kanun mucibince emekliliğe (1 Aralık 1949’dan geçerli) sevk edilmiş, yerine ise 19 Kasım 1949 tarih ve 22913 sayılı kararname ile Dr. Fethi TEOMAN atanmıştı. Dönemin Sağlık Bakanı Dr. Kemali BAYİZİT 13 Aralık 1949 tarihli kurumsal bir mektupla kendisine; o güne kadar geçen süre zarfında verdiği hizmetlerden dolayı teşekkürleri sunmuştur.

Kilis’i son ziyaret… Emekliliğinin ardından 1957 yılında son kez KİLİS’e giden KUNTMAN, bu ziyarete dair anılarında kendisini Gaziantep istasyonunda yeğenleri Nedim ve Hüseyin’in karşıladığını, onlarla birlikte KİLİS’E gittiğini ve Nedim’in evinde kaldığını yazmaktadır. Ertesi gün merhum kardeşi Hüseyin’in oğlu Tahsin’le beraber Tekke mahallesine giden KUNTMAN, bir zamanlar kendilerine ait olan evin yeni sahibi tarafından iyi korunmuş halde görmekten de mutlu olmuştur. Şeyh Muhammet Ensari kabristanında yatan babasının kabrini ziyaret etmişse de ne yazık ki annesini kabrini bulamamıştır.

Dedesi Tbp. Bnb. Mehmet Derviş KUNTMAN’ın anılarını 2011 yılında kitap haline getiren torunu (Dr. Orhan’ın oğlu) Mehmet Ali Bey eserinin son sayfasına şu bilgi metnini ilave etmiştir:

“Derviş Bey bu seyahatten döndüğünde Galata’daki evinde hatıralarını yazmayı tamamladı… kendini Fransızca kitaplar tercüme etmeye verdi. Okuduğu bir kitaptan çok etkilendi, doğal bir yaşam tarzı benimsedi: Hiç et yemedi. Meyve ve sebze ile yetindi… En mutlu günlerini ORDU’da, oğlu Orhan’ın deniz kenarındaki evinde geçirdi. Yaz kış denize girdi, her sabah soğuk duş aldı… Gömleğini çıkartıp kısa pantolonla dolaştı, saçlarını uzatıp Boztepe’ye tırmandı, her gün yirmi kilometre yol yürüdü; delikanlılar arkasından yetişemedi... bahçe işlerini severdi; ağaç dikti, sebze yetiştirdi, el arabasıyla toprak taşıdı.” (agk:342).

Tabip Binbaşı Mehmet Derviş Bey ilerleyen yaşında amansız bir hastalığa yakalanarak 10 Ocak 1973 (agk:342) tarihinde ORDU’da hayata gözlerini yumdu.

Vapur güvertesinden gördüğünde hayran kaldığı güzel ORDU’nun deniz kenarında bulunan “Güzelyalı Mezarlığı”nda toprağa verildi…

Yeşilliğine vurulduğu toprakta; Eşi Naciye Hanım, oğlu Orhan Derviş ve torunu Kamil Bumin ile huzur içinde yatmaktalar.

31 Mart Vakası, I. ve II. Balkan Harbi, Birinci Dünya Harbi yıllarını asker olarak yaşamış, II. Dünya Harbi döneminin menfi hallerini de bürokrat olarak yaşayan Tbp. Bnb. KUNTMAN, her geçen gün, ay ve yıl Ordu şehrinin hafızasından silinmektedir. Tıp ki kendisi gibi askeri doktor olan şehit Tabip Yüzbaşı Şerafettin Bey’in unutulduğu gibi.

Şerafettin Bey’de Balkan ve Birinci Dünya Harbi yıllarında muhtelif kıt’alarda ve cephelerde alay/tabur tabipliği yapmıştı. Şebinkarahisar Liva Tabibi iken şaki Soytaru İsmail ve adamları üzerine sevk edilen ve Mutasarrıf Rıfat Bey’in başında bulunduğu taburun doktoru olarak görev almıştır. Tabur ORDU Çambaşı Yaylası Yassıyurt mevkiinde Soytaru ve adamlarınca pusuya düşürülür, çıkan çatışmada Tbp. Yzb. Şerafettin Bey ve on jandarma eri şehit düşer, Mutasarrıf Rıfat Bey’de esir alınır…

Tıbbiyeli Hikmet, Tıbbiyeli Şerafettin, Tıbbiyeli Mehmet Derviş ve onlarcası, yüzlercesi…

ree


Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page