top of page

Monarşiden Cumhuriyet'e...

ree

Bugün kutladığımız cumhuriyete nasıl gelindiğini anlamak için Türk milletinin Türkiye Cumhuriyetinden önceki devleti olan Osmanlı imparatorluğunun son 200 yılda yaşadığı serüveni (başından geçenleri) bilmek gerekiyor. Avrupa karşısında ticarette, tarımda, sanayide, teknolojide, sanatta, kültürde ve askeri alanda karada, denizde gerileyen, sürekli toprak nüfus ve itibar kaybına uğrayan, siyasi coğrafyası gittikçe küçülen Osmanlı Devletinin aydın ve yönetici sınıfı imparatorluğun kötü gidişatına son verecek, yıkıma giden devletin yazgısını değiştirecek bir arayış içindeydi. Arayış bir hayli eskilere gidiyordu. 230 yıl önce 1790’larda bizzat padişah III. Selim sorunlara çözüm aramış, devleti batmaktan kurtaracak yenilikçi tasarılar hazırlatmıştı.

Ancak devletin ebed müddet olması varlığını ebediyyen sürdürmesi için kaçınılmaz olan bir şey vardı ilerleyen çağı yakalamak. Toplumun durağan değişmez kalmasında yararı olan zümrelerin devlet içindeki siyasi ve askeri uzantıları yenileşmenin, çağdaşlaşmanın önünü kanlı darbelerle kesiyorlardı. Bu eylemlerin ilk kurbanı öldürülen padişah III.Selim oldu. Ardından gelen II. Mahmud yaklaşan felaketli sonun farkına vardı. Cesur atılgan yenilikçi bir liderdi başarabildiği kadar reformlar yaptı. Pozitif bilim yuvaları tıbbiye, harbiye, bahriye mektebi, mühendis mektebi açıldı. II. Mahmud’dan sonra tahta oturan Sultan Abdülmecid zamanında Tanzimat fermanı (1839) ve islahat fermanı (1856) devlet yönetiminde Avrupa benzeri bir nizamı, yeni nizamın gerektirdiği yeni kurumları ve yasal düzenlemeleri öngörüyordu. 19 uncu yüzyılın iki büyük devlet adamı Âli ve Fuad paşalar padişaha devletin monarşi idaresiyle kurtulamayacağını kurtuluşun ancak halk idaresiyle, halk iradesiyle olacağını söylemiş halk egemenliği idaresinin kurulmasını tavsiye etmişlerdi.

Namık Kemal İslam tarihinde kurulan ve Müslümanlara örnek teşkil eden ilk idarenin bir cumhuriyet olduğunu söylüyor, Ziya Paşa Kuran’da şûrâ ayetinde geçen meşveretin cumhuriyeti işaret ettiğini, cumhuriyetin şûrâ ayetinden kaynaklandığını ileri sürüyordu.

II. Abdülhamit döneminde (1876-1908) yenilikçi fikirler; uygulanan yasaklara takip ve baskıya rağmen güç ve kuvvet kazandı. Gizli saklı yöntemlerle de olsa mülkiyeli darülfününlu tıbbıyeli ve harbiyeli gençler arasında yayıldı taraftar kazandı. Osmanlı’da hayat bulan tüm yenilikçi düşüncelerin ortak paydası devletin yıkımdan kurtarılmasıydı.

Yeni Osmanlılar daha sonraki adıyla jön Türkler Avrupa’da kralların ve imparatorların yasama ve yürütme yetkilerini sınırlayan parlamentolu monarşi demek olan meşrutiyeti Osmanlı için en uygun rejim olarak görüyorlardı.

Fransız inkilâbından feyiz alan ve kalben cumhuriyetçi olan aydınlar bile başında Osmanlı soyundan bir padişahı olmayan bir devleti düşünemiyorlardı bu olması imkansız gerçek ötesi bir hayaldi. 

Tüm yenilikçi düşünceler doğru yolda atılan küçük adımlardı ama devletteki çöküşün temel nedenlerine kökten bir çözüm önermekten uzaktı. Bazıları yıkıma sürüklenen Osmanlı düzenini değiştirelim derken devlet başımıza yıkılırsa elde olanı da kaybeder hepten yok oluruz korkusuyla bir tür paralize olmuş eli ayağı dili tutulmuş durumdaydı.

Türk toplumu bir Mehdi bekler gibi elini taşın altına koyacak örsün başına geçecek çekici eline alacak ve demiri tavında dövecek bir önder bekliyordu.

Mustafa Kemal az konuşan içine kapalı bir çocuktu. Oyun oynarken bile başka çocuklara boyun eğmeyen alta düşmeyen dik başlı nevi şahsına münhasır bir karakterdi. Gururundan kişiliğinden hiç ödün vermeyen bu çocuk için en uygun meslek dirençli cesur ve kararlı olmayı gerektiren askerlik mesleğiydi ve bu gerçek oldu çocuk askeri okula yazıldı. Disiplinli başarılı bir öğrenciydi. Giyimine itina ediyor, yaşı ilerledikçe fıtrî (doğuştan gelen) liderlik vasfı daha çok belli oluyordu. Okulda duvar gazetesine yazdığı siyasi içerikli yazılardan dolayı başı derde girdi, kısa bir süre tutuklandı. 1890’larda askeri okulda okuyup da memleketin gittikçe kötüleşen gidişatıyla ilgilenmemek olacak iş değildi, böyle bir beklenti kişiyi vicdansız saymak olurdu. Vatan sorunları sivil asker tüm idealist gençlerin fikrinde ve vicdanında en önde yer alıyor zihinlerini meşgul ediyordu…

MUSTAFA KEMALDE CUMHURİYET FİKRİNİN GELİŞMESİ

Mustafa Kemal çok okuyan, derslerden arta kalan zamanı okumakla geçiren bir gençti. Okuduğu yazarlar arasında Namık Kemal, Mehmet Emin Yurdakul, Tevfik Fikret vardı. Ali Suavi yazılarında cumhuriyet kelimesini kullanıyordu. Fransız ihtilalinin getirdiği özgürlükçü, eşitlikçi, demokrat ve devrimci fikirlerden etkilenmişti. Devleti ebet müddetin (sonsuza kadar sürecek devletin) gün be gün uğradığı siyasi askeri ve sosyal kayıpların nedenlerini düşünce bazında analiz ederek palyatif (geçici) bugünden yarına günlük değil fakat uzun soluklu kalıcı radikal (köktenci) çözümler üzerinde kafa yoruyordu. İşte bu ahvalde düşünce dünyasında ilk cumhuriyet kıvılcımları askeri okulda (Harbiye’de) öğrenciyken uyanmıştı. Zorluklarla geçen çocukluk ve gençlik döneminde yaşıtlarından farklı melekeler kazanarak erken olgunlaşan ruhsal yapısıyla akranlarından üstün vasıflara sahipti.

Harbiye’den mezun olduktan sonra genç bir subay olarak görev yaptığı vatan coğrafyalarında okuma alışkanlığını sürdürüyor hem de halkla karışarak tanışarak milletin âdet ve örflerini kaabiliyet ve cesaretini, toprak sevgisini, vatan duygusunun derinliğini ve kudretini ölçüyor, milletin sahip olduğu yüksek değerlere dayanarak güvenerek âtîde (gelecekte) neler yapılabileceğini düşünüyordu.

Bu arayışlar elbette çok vüsatlı (geniş kapsamlı) bir entellektüel birikim ve merak ürünü aynı zamanda vatan sevgisini ülkenin selâmetini kendi nefsinden bile önceleyen bir etik zihniyetin ahlâki duygunun eseriydi. Bu tür düşünce temrinleri devletin bekâsından kendini sorumlu gören, aydın ve asker bu yüce vazifeyi kanında hisseden rüyasında gören o neslin çoğu idealist subayları bu duygularla yatıp kalkıyor düşünce ve tartşma konularını bu esas amaç ana konu işgal ediyordu. Vatan kavramı meşrutiyet döneminde askeri literature girdi ama alt kademelere kadar inmemişti daha önce asker hep dini duygularla ateşlenir, motive edilirdi. Mustafa Kemal orduda siyasi subay olmaz dedi Türk ordusu siyasi tavırlardan, farklı siyasi görüşlerden çok zarar görmüştü.

Üstün ve nâdir zihinsel ve ahlaki niteliklerini kurmay zekasıyla, askeri ve yönetsel bilgilerle donatan Mustafa Kemal 1908’de ilan edilen meşrutiyetten hoşnut değildi. Bu ejimin milleti selâmete çıkaracağına ikna olmamıştı. Yapılan meşrutiyet inkılâbına rağmen yönetimde tanık olduğu keşmekeş kararsızlık bilgisizlik ve mevki hırsları ruhunda umutsuzluk fırtınaları estiriyordu. Mustafa Kemal gibi başında hanedan bulunmayan ve yönetsel iradeyi tamamen halktan alan yeni bir idare şeklini düşünenlerin sayısı yok denecek kadar azdı.

Çoğunluk padişahı kontrol altında tutacak ve yetkilerini olabildiğince sınırlayacak bir meşrutiyetten yanaydı. 1909’da yapılan İttihat terakki toplantısında genç yüzbaşı Mustafa Kemal'in fikirleri aşırı bulundu bu nedenle partiden çıkarıldı zaten kendisi de siyasetle ordunun ayrı olması gerektiğine inanıyordu. Devleti yıkıma ve esarete götüren kara yazgıdan çıkış yolu artık köhnemiş hanedanın arkasından yürümek değil fakat milletin özünde saklı erki (enerjiyi) atıl duran aklı harekete geçirmek ışığa çıkarmak halka kaybettiği özgüveni yeniden kazandırmaktı. Bu ise sadece ve yalnız cumhurun (halkın) kendi içinden seçilen temsilcilerin aracılığıyla kendini yönetmesi demek olan cumhuriyet idaresiyle mümkün olabilirdi.

Son çözümü öneren siyasi ve askeri öngörüleri mensubu olduğu katıldığı inkılâpçı ilerici çevrelerde bile hayal ürünü ve aşırı fütürist (gelecekçi) fikirler olarak soğuk karşılanır kendisine şüpheyle bakılır, dışlanırdı. Ama bu dışlanmalar ve içine itildiği yalnızlık onu hiç yıldırmadı tersine kafasında kurguladığı çözümler daha bir netleşti benimsediği fikirlere itimadı ve inancı giderek artıyordu.

Monarşiyle yönetilen halkı ifade eden Osmanlı adı etnik değil siyasi bir mensubiyeti gösteriyordu, hanedan ailenin adına izafeten benimsenmiş bir tanımdı. Etnik kökeni ne olursa olsun devlet hizmetinde bulunan devletten geçinen insanların ortak adıydı. 20inci yüzyılın başında daralan coğrafi büyüklüğü ve eksilen etnik çeşitliliğyle imparatorluk niteliğini yitirmekte olan ülke tarihin yeni bir evresine adım atıyordu. Bu yeni evrede devletin yeni bir siyasi örgütlenmeye ve yeni bir kimliğe evrilmesi mantıklı düşünce ve ilmi tasavvurun gereğiydi.

Mustafa Kemal zamanı gelmiş olgunlaşmış bir fikrin, doğal gelişimin, ülkeye göz kırpan hamlenin yaklaştığını, diyalektiğin gereği olan kaçınılmaz yalın gerçeği görecek tarih ve sosyoloji bilincine ve öngörüye sahipti, başkalarının günlük siyasi itiş kakışlarla uğraştığı bir dönemde o dağın arkasını görebiliyordu.

Mustafa Kemal’de cumhuriyet fikrinin gelişmesini ter ve taze yaşta tohumlanan, yaş aldıkça kök tutan ve subay olduktan sonra memleketin ve milletin gerçeklerini yakından tanıdıkça filizlenen, gün ışığına çıkan, dal budak salan, yeşeren yaprak açan ve çevresine gölge saçan bir çınar ağacının hayat çizgisine benzetebiliriz.

Trablusgarp Balkan ve ardından Dünya savaşı (Harb-i umumi) ve onu takip eden son büyük hesaplaşma İstiklâl Savaşı. Mustafa Kemal paşa bütün bu savaşlarda Libya’dan Balkan’a Balkan’dan Çanakkale’ye Bitlis’e Filistin’e Sakarya’ya ve Büyük taarruza kadar cephelerde ateşle ölümle kanla iç içe koyun koyuna omuz omuzaydı. Payıtahtta kadife makam koltuklarında değil düşman ateşi altında siperlerde bilendi, kanla ateşle sınandı yaralandı ölümün eşiğinden döndü.

Girdiği her savaştan yüz akıyla çıktı. Cephelerde ateş altında uykusuz gecelerde Mehmetçikle yan yana el ele omuz omuza durduğu siperlerde Türk milletinin ruhunu encâmını okudu, büyük medeni kaabiliyetini keşf etti, doğuştan gelen fıtri yeteneğin neşvi nümâ bulması ancak özgür insanların özgür iradesiyle kuvveden fiile (düşünceden eyleme) dönüşürdü. Milli Mücadele boyunca Gazi Mustafa Kemal paşanın yüreğinin bir köşesinde sakladığı, en yakınlarına bile açmadığı bir sır vardı. O sır cumhuriyeti kurmaktı... Asla şüphesi yoktu, gün gelecek bu sır hakikat olacaktı.

Aslında Milli Mücadele’nin örgütlenmeye başladığı ilk günlerden beri yayınlanan beyannâmelerde cumhuriyete dair îmâlar, atıflar (göndermeler) vardı... Milleti sadece milletin azim ve kararının kurtaracağı açıklanmış, her ilden temsilciler seçilmiş ve Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılmıştı.

İstanbul’da İngilizler tarafından dağıtılan Meclisi Mebusan’ın bıraktığı boşluğu Ankara’da açılan Meclis doldurmuş Türkiye’nin yeni güç odağı Ankara olmuştu. Tarihin ibresi 23 nisan 1920'de cumhuriyetten yana dönüyordu. 1921'de yapılan Teşkilat-ı Esasiye Kanununun (anayasanın) ilk maddesi; “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir diyerek cumhuriyet yönetimini îmâ ve işaret ediyor ama şimdilik adını koymuyordu. Bütün bunlar cumhuriyet yolunda yürüyüşün apaçık kanıtlarıydı. Savaş bittikden vatan toprakları kurtarıldıktan, Lozan anlaşmasıyla barış'' imzalandıktan sonra 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilan edildi.

Ya bu karanlık yıllarda milleti merhume cephesinde durum neydi? 1912 den 1922 ye kadar 10 yıl süren savaşlar milletin boğazına çökmüş binlerce evlâdını canlar canını, varını yoğunu ve en sonunda toprağını tohumunu elinden alma kertesine gelmiş bıçak kemiğe dayanmıştı. Kendini milletin bir ferdi sayan ve yaklaşan büyük yıkımı gören, devletin çöküşünü, toplumun ve siyasetin açmaza sürüklenişini bizzat kendi yazgısında yaşayan algılayan, gün be gün milli ızdırabı hisseden, kapıyı çalan felaketi idrak eden kadın erkek her can son umut askerlik dehâsını, üstün komutanlık yeteneğini Çanakkale’de Sakarya’da Büyük Taaruz’da defalarca isbatlamış olan Başkomutan’ın çağrısına uydu, varını yoğunu ortaya koydu bu çağrı altında birleşti, bunu bir kutlu yemin edindi. Ruhlara işleyen en muhkem iman kan ve yazgı birliğiyle kazanılan İstiklal  Savaşı tüm zamanlarda eşi benzeri olmayan, yenilmez sanılan dev emperyal güçlere indirilen ilk tokat verilen ilk dersti. Türk zaferi mazlum milletlere can suyu verdi kurtuluş umutlarını yeşertti.

Savaşın ardından gelen Cumhuriyet de yine Gazi Başkomutan’a duyulan ebedi itimad ve manâyı tam ile destek olan milletin eseriydi. Millet ayrıntılarını tam bilmese bile kendisini zaferlere koşturan Başkomutan’ın sağduyusuna ve siyasi kararına güvenle Cumhuriyeti benimsedi, Türk İstiklal savaşı ve Cumhuriyet ikilisi gelecek yüzyıllarda esir milletlere kurtuluş reçetesi olacak ışık tutacak, yol gösterecek, tarihi değiştirecek bir olaydı.

Osmanlı döneminde başlayan değişim ve yenilenme süreci Osmanlı’nın son döneminde yetişen aydınların ve Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirdiği Cumhuriyet devrimi ile şâhikaya (en yüksek noktaya) erdi. Jön Türklerin batılılaşma ideali yerine çağdaş uygarlığa erişme ülküsü benimsendi. Cumhuriyetin ana ilkeleri kulluk düzenini tümüyle red eden (yadsıyan), mazici değil istikbalci, vatandaşlık hukukunu, kadın haklarını, eşitliği önceleyen, ileriye geleceğe dönük ilerlemeci sosyal ve siyasi mefküreler (ülküler) toplamıydı. Cumhuriyet kültür, aydınlanma ve çağdaşlaşma demekti. Asırlardır beklenen büyük uyanış, diriliş hareketi, Türklerin rönesansıydı.

Bazı karşıt görüşler Atatürk’ün cumhuriyet modelini Avrupa’dan aldığını ve özelikle Fransız ihtilalinin siyasi sonuçlarından etkilendiğini öne sürerek cumhuriyetin Türkiye’nin toplumsal yapısına ve yönetsel geleneğine uymayan bir rejim olduğunu iddia ederler. Avrupa’daki yenilikçi siyasi oluşumları anlatan yayın ve literatürün denetim altında tutulduğu yasakçı saltanat döneminde sınırlı sayıda serbest kitapları okuması ve genç subay adayının bu okumalardan etkilenmiş olması çok doğaldır ve elbette Mustafa Kemal adına bir artıdır. Ancak askeri okulda öğrenciyken edindiği bu bilgiler elbet Mustafa Kemal’in düşünce dünyasında bir kıvılcım çakmış yıkıma giden ülkeyi kurtaracak siyasi model arayışında olan gencin dikkatini çekmiştir.

Mustafa Kemal Harbiye’yi bitirerek tayin olduğu Şam, Manastır, Selanik, Makedonya, İstanbul, Tobruk, Derne, Diyarbakır, Bitlis, Muş ve Halep’te ülke sorunlarını yakından görmüş çeşitli çözüm arayışlarına yönelmiştir.

Daha sonra milli mücadele yıllarında harimine girdiği dertleştiği hemhal olduğu Anadolu kasaba ve köylerinde halkla olan görüşmelerinde Ankara, Sivas, Konya, Urfa, Kırşehir, Tokat v.b. gibi birçok şehirlerde toplumsal ve iktisadi yaşamı, çarşı pazar örgütlenmesini birkaç yüzyıl yönetmiş olan, hatta bugün bile Anadolu çarşılarında yaşamakta olan Ahilik geleneğinde görev ve üretimin hakça paylaşıldığı Türke has bir yönetim tarzı olduğunu ve buna benzer bir sistem olan cumhuriyeti halkın benimseyeceğini düşünmüş olabilir.

Ankara’nın başkent olarak seçilmesinde Ankara’da (1290-1354) yillarinda bir Ahi Cumhuriyeti’nin kurulmuş olmasının etkili olduğu da söylenmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin kurumlaşma yıllarında Türk milletinin tarihi, sosyal, kültürel, lisâni (dilsel) ve ekonomik organizasyonuyla ilgili konularda tarih araştırmaları yaptırarak Türklere özge unutulmuş kıymetleri ön plana çıkartan ve kurumları bu değerlere dayandırmayı önceleyen Atatürk’ün Türkiye’nin gelecekteki yönetim tarzına karar verirken bu hassasiyeti gözardı etmiş olması düşünülemez. Bu nedenle Atatürk’ün cumhuriyet fikrini benimsemesinde Avrupa tesirinden daha çok Türk tarihinden ilham aldığı söyleyenebilir.

Cumhuriyet rejiminin iki ayağı vardı biri ilkeler diğeri ilkeleri yaşatacak besleyecek olan kurumlar. Bu kurumlar Atatürk’ün Anadolu toprağına ektiği tohumlardı. Bu kurumların bir çoğunun aynı zamanda isim babasıydı. Dil tarih coğrafya fakültesi, Türk dil kurumu, Türk tarih kurumu, Türk Hava Kurumu, Etibank, Sümerbank gibi. Cumhuriyeti yaşatmak ancak bu kurumların korunması ve yaşatılmasıyla mümkün olacaktır.

Cumhuriyetin en büyük kazanımı egemenliği saraydan alıp millete vermesi, millet kul olmaktan kurtarması, sarayı yönetimde devre dışı bırakıp işlevine son vermesi ve saraya bağlı ulufeli kapıkullarını ortadan kaldırmasıdır. Büyük Atatürk’ten bize miras kalan Cumhuriyeti ve kurumlarını korumak, daha uygar daha ileri aşamalara yükseltmek boynumuzun borcu olmalıdır.

Selam ve saygılarla Cumhuriyet bayramınızı kutluyorum…

ree

Birinci mecliste Mustafa Kemal Paşa'nın çalışma odası, duvarda asılı hüsnü hat levha İsparta şehrinin Mustafa Kemal Paşa'ya ithafı manzum gaza hatırası; “Mislümanlar haşre dek tazim etsin adına” , “çün fedacan ettin milletin imdadına.”

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page