KOÇBOYNUZU'NDA GECELEMEK
- Osman Kademoğlu

- 31 May
- 9 dakikada okunur
Osman KADEMOĞLU
Mimar-Yazar / KANADA

OTOMOBİL
Çocuk yolculuğun heyecanıyla geceyi yarı uykuda yarı uyanık geçirdi. Sabah erkenden kalktı. Mangalda kızarmış ekmek üstüne Zile pekmeziyle beyaz porselen çanakta çay içtikten sonra deniz tarafındaki büyük odanın doğuya bakan penceresinde beklemeye başladı. Kömürlük dağının ardından yükselen güneşi seyrediyor bir yandan da Ordu’dan gelecek otomobilin yolunu gözlüyordu. Bu otomobille ailece Kale’den Ordu’ya gidilecekti. Güneş iyice yükselmişken otomobil çıktı geldi, konağın önünde pencerenin altında park etti. Siyah otoobilin her yanı toz içindeydi.
Yüksek kambur bagajı, geniş çamurlukları, iri kavun biçimi farları, parlak kromajlı tamponlarıyla bu makinenin (motorlu araçlara makine denirdi) üstten görünüşü kocaman bir uğur böceğini andırıyordu. Şoför konağın karşısındaki kahvede çardağın altında bir çay içtikten sonra Garipöldüren çeşmesinden taşıdığı suyla otomobili güzelce yıkadı, camları, aynaları, farları, tamponları, ön ızgarayı, tekerlek kapaklarını ve tüm kromları silerek parlattı. Tozlu topraklı aracın yerini pırıl pırıl parlayan ışıl ışıl ışıldayan bir harika almıştı. Güneş ışığı arabanın kromajlarında titreşiyor, yıldızlanan ışınlar göz kamaştırıyordu. Otomobilin parlak siyah kaportasına yansıyan resimde ahşap payandalar üzerinde konağın görüntüsü mavi gökyüzü ve dut ağacının dalları da vardı. Pırıltılar çocuğun gözünü alıyor küçük dünyasına yeni bir oyuncak katılıyor, bir an önce otomobile binmek, yola çıkmak istiyordu.
Yolların bozuk ve yetersiz olduğu yıllardı. Otomobille yolculuk bir ayrıcalıktı. Bir sahil köyü olarak dağ köylerinden görece daha görgülü, sözüm ona daha uygar, daha kentlice sayılan Kale’de bile çocuklar bir otomobil gelince çevresinde toplanır farlara aynalara, kapı kollarına, tampona, tüm parlak kromajlara el sürerek dokunarak, camdan içeri bakarak makineyi keşf etmeye çalışırlardı. Bu çocuksu merak her zaman hoş karşılanmaz ola ki arabayı çizerler diye bazan çocuklar sopayla kovalanarak arabanın yanından uzaklaştırılırdı. Daha birkaç yıl önce Ordu’nun dağ köylerinden birinde hayatında ilk defa otomobil gören köy çocukları - Anaaa camın içinde adam gidii… diye bağrışarak arabanın peşine düşmüşler, toz kaldırarak köyün içinden geçen bu mekanik yaratığı arkasından koşarak taşa tutmuşlardı…
Yolcular otomobile bindiler. Kapı açılınca tavanda ışık yanıyordu, çocuklar arka koltuğa yerleşti. Gri kumaş koltuk geniş, yumuşak ve rahattı. Ön koltuğun arkasında boydan boya uzanan burmalı tutunma kordonu vardı. Çocuk üç kollu direksiyonu, ortada yuvarlak korna butonunu, el frenini, ön konsolda kontak anahtarını, cigle düğmesini, kilometre, termometre, yağ basıncı, amper, voltaj göstergelerini, kurmalı saati, torpido gözünü, fildişi topuzlu vites kolunu, gaz, fren, debriyaj pedallarını, cam sileceğini ve ışıkları aç kapa düğmelerini ilk olarak yakından ve ayrıntılı görüyordu. Otomobil dışardan göründüğünden çok daha fazlaydı.

Kasım güneşi ışıtıyor ama ısıtmıyordu. Otomobil arkasından su dökülerek uğurlandı. Çocuk ön koltuğun arkasına tutunarak ayakta duruyor bu şekilde hem arabayı süren şoför amcayı hem de gittikleri yolu görebiliyordu. Daha Kale’den çıkmadan Akise’ye yukarı doksan pencereli konağa (Şakire hanım konağına) giden taş basamaklı yokuşun az ilerisinde yolun sağ yanında yüzü yosun tutmuş tek oluklu bir çeşme vardı. Kahraman’ın tepesinde çıkan içme suyunu Kale’ye akıtan bu çeşmenin önünde yayladan dönen bir koyun sürüsü yolu kapatmıştı. Koyunlar itişerek kakışarak birbirinin üstünden atlayarak çeşmenin önündeki su dolu yalağa koşuşuyor, iki karabaş çoban köpeği koyunları güdüyordu.
Çoban elinde boyunu aşkın kalın sopayla başında keçe külah, arkasında omuz başları sivri ak kepenekle, toparlak yüzlü, kara saçlı, güneş yanığı buğday tenli, gamzeli yanakları dolu dolu bir yayla civanıydı. Sürüyle konuşuyor, koyunları çağırırken güderken çıkardığı sesler, tiz ve kalın sadâlar, iki parmağını birleştirerek çaldığı ıslık hepsi yayla havası estiren nağmeli bir dilden alınmaydı… Hazreti Süleyman’ın kuşdili bildiği gibi bu Çepni genci de koyunların anladığı çoban dilini biliyordu zaten çoğu peygamberler çobanlıktan yetişme değilmiydi ve Çepni çoban yaptığı işten çok mutlu görünüyordu. Yanında işini paylaşan can yoldaşı iki koyun köpeği vardı.
Otomobil bir anda yolu dolduran sürünün ortasında kaldı, şoför kontağı çevirdi durdu geçiş hakkı koyunlarındı. Hani şimdilerde Avrupa’da caddede karşıdan karşıya geçen ördek ailesine trafikte öncelik veren resimlere Avrupalılar ne kadar uygar diyerek imrenerek bakıyoruz ya. Şimdi unutulan bu saygı o zamanlar Anadolu’da yaşıyordu. Dağda izde raslanan sürülere yol verilir, önce onlar geçsin diye sabırla beklenir, etinden sütünden yününden yararlandığımız, deprem sel fırtına gibi yaklaşan doğal afetleri önceden sezinleyen, bağrışarak çığrışarak insanları uyaran sevgili hayvanlarımız kötülüklerden korunur, kem gözlerden sakınılır, boyunlarına alınlarına nazarlıklar takılırdı. Avcılar yeni yavrulamış ya da yüklü (gebe) dişilere dokunmazlardı. Kendinden önce koyunu keçiyi köpekleri doyurmak suvarmak adeti vardı. Bu güzel huylar Asya steplerinden bu yana sürü besleyen, göçerlik damarı hep canlı kalan Türk toplumuna has bir gelenek, şaşmaz bir ahlak ilkesiydi. O yılların Türkiye’sinde koyun sürüleri ve tüm hayvanlar milli varsıllığın öz parçası ve tanrının emaneti olarak bir türlü kutsanır, kıymeti bilinir, gelinlik kızlara çeyiz olarak at inek koyun keçi verilirdi.
Annem yolculuğun başında bu hayırhah (iyilik yapan, iyilik dileyen)) masum sürüye raslamamızı fal-i hayır (hayır işareti) saymış yolculuğun kazasız belâsız geçeceği inancıyla çobana bolca bahşiş vermişti. Argun ağbim sürünün resmini çekti. Çocuklar koyunların sırtını sıvazlayıp başını okşadılar, kuzuları kucaklayıp öptüler. Koyunlar meleşiyor sürü yavaş yavaş ilerliyordu, sürünün geçişi on dakika kadar sürdü sonra koyun ve çan sesleri azaldı uzaklaştı ortalık ıssızlaştı ve otomobil yeniden yola koyuldu.
UÇURUMUN EŞİĞİ
Yatağı taşlı, berrak akışlı Kale deresine vuran otomobil suları yararak karşıya geçti Ordu yoluna çıktı. Arabanın arka camından bakan çocuk az önce ayrıldığı sılayı daha şimdiden özlemişti. Kale’nin dere kenarındaki son hanesi, kiremitli son çatısı Bahtiyar ablanın evi uzaklaştı, akarsuyun çağaltısı dindi, Kale artık görünmüyordu.
İki yanı fındık ocaklarıyla sıralı Ordu şosesi tozlu bir tüneli andırıyordu. Yolun tozu fındık ışkınından örme çitenleri, ağaçları ve yazdan kalan son yaprakları boz sarıya boyamıştı. Otomobil Zahit Bolaman’ın evine sapan cılga yol ayrımında yokuşa sardı dağa tırmanmaya koyuldu, Bolaman’ın ve Boklutaş’ın yüksektan göründüğü son dönemeçte denize veda ederek dağların içine daldı, uçurum ve viraj sarmalı Koçboynuzu başlıyordu. Yola sarkan ağaçların gölgesinde loş ıslak ve çamurlu köşeler, sel çukurlarında biriken sular, kara yüzlü kimi yosunlu kayalar, dar geçitler, keskin dönüşlü virajlar, dik uçurumlar, dumanlı doruklar bu yolda yolcuları bekliyordu.
Viraja yaklaşan otomobil uzun uzun korna çalıyor, korna yamaçlarda yankılanıyordu, önü sonu görünmeyen dönemeçlerde karşıdan gelecek bir araçla burun buruna gelmek olasıydı. Viraja girerken soluklar tutuluyor virajı dönünce tutulan soluklar boşalıyordu. Annem ikide bir şoföre; - Aman oğlum yavaş sür diyordu. Otomobil taşlarda, tümseklerle, sel yataklarında yavaşlıyor, akis kıracak kadar derin çukurlarda durup yeniden kalkıyordu. Yükseldikçe oluşan basınç farkından kulakları tıkanan çocuk hava yutkunarak kulaklarını açmayı o gün öğrendi.

Bir yanı dağ bir yanı yar (uçurum) yoldan vadiye bakış hem çok güzel hem korkuluydu bakanın gözü kararıyor, başı dönüyordu. Yoldan aşağı yuvarlanır gibi düşen dik yamaçlar Otomobilin pencere karesinden akışıyor bir görünüp bir kayboluyordu. Bu karelerin hiç birinde deniz yoktu. Çocuk yaşamında ilk kere denizden uzaklaşıyordu... Dışarda akışan tabiatı yabancılayan bakışlarla izledi. Islak otlarla kaplı kaygan yamaçta fındık dallarına tutunmadan değil yürümek, ayakta durmak bile güçtü, burada ağaçlara sarılarak yaşamak gerekti(!).
Yolun ortasında yürüyen tembel sığırlara sığırtmaçlık eden yalın ayaklı köy çocukları korna sesini duyunca - Bu dağlar bu yol benim, burda işin ne senin! der gibi kızgın bir çalımla gözleri çakmak çakmak otomobile bakıyor önü sıra güttüğü malları aceleyle yolun kenarına çubukluyordu. Dağlık coğrafyanın çocukları dik başlı, âsi bakışlı, yaban tavırlıydı, sanki çocukların başı da yaşadıkları dağlar gibi dumanlıydı!
Yükseklerde hava soğudu, sislendi, çise başladı, cam silecekleri gökten düşen su damlalarıyla yarışıyordu. Silecekleri seyre dalan çocuk içinin bulantısını unuttu, sallantıya alışmıştı. Otomobil sürekli yükseliyordu, sanki Ordu’ya değil bulutlara gidiyordu. Sonunda en yüksek bir yerde bulutun içine daldı. Ortalık birden beyaza kesti, görüş uzaklığı beş metre ya vardı ya yoktu şoför farları yaktı. Sisin içinden birden hayal gibi atlılar çıkıyor, atlılar yaklaşıyor, yanımızdan geçerken bizimle selamlaşıyordu. Issız dağ başında selamlaşmak bir tür karşılıklı güven alışverişiydi, büyüklerin söylediğine göre yıllar önce seferberlik zamanı eşkiyaların dolaştığı bu dağlarda alınan verilen selam - Ey yalnız yolcu benden sana zarar gelmez denekti…
Gelip geçenler tahta kasnak eğerli, minderi saman kıtıklı, yuları kendirden, bodur Anadolu atlarına binen kasketli ve bıyıklı adamlardı. Kiminin heybesi dolu dolu, şemsiyesi heybesine sokulu, kimi atın terkisinde kolları önde oturan adamın beline dolanmış, yaşmağı mavi boncuk oyalı, yün atkılı, peştemallı, avuçları kınalı kadınla at sırtında iki sevdalı gibi sargın iki can. Yolda az sayıda başı yün papaklı ya da tavşan tüyü fatör şapkalı, yelek cebi köstekli bacağında acizki çizme, sırtında Çerkez yamçısıyla gezen varsıl kasaba ağalarının gümüş kantarmalı, siyah rugan eyerli, bacakları uzun, sağrısı geniş, başı dik, kuyruğu serpik, yelesi uçkun, çalımlı yağız Arap atları da vardı.
Yol üstünde yolun tozuyla aynı renkte, varlığı belli belirsiz, duvarları toprak sıvalı, önü çardaklı köhne kahvehane, yanında eski bir taş çeşme, mevsimine göre çilek, armut, elma, gıdık içinde taze fındık satanlar. Bir yanda otomobile doğru koşarak - gazte gazte gazte diye bağıran çocuklar, Argun ağbim camı açarak katlanmış gazeteleri bağrışan çocuklara atıyor. Köyün köpekleri köyün bittiği yere kadar otomobilin peşi sıra geliyordu.
Dağın en yüksek yerinde uzakta yoğun sis içinde uzayıp kısalan, göğe huzmelenen, yere yönelen titrek bir ışık belirdi. Işık dağların arasında bir görünüp bir kaybolarak yaklaşıyordu, Ordu yönünden bir araba geliyordu. Epeyce bir aradan sonra beyaz dumanın içinden kasası çadır örtülü bir kamyon çıktı. Yaklaşan kamyonun sürücüsü elini havada kaldırıp indirerek yavaşla ve dur işareti veriyordu. Kamyonla otomobil yan yana durdular, şoförler konuştular: Ordu yönünde yolda uçkun (toprak kayması) vardı yolun yarısı kayan toprakla kapanmıştı. Geriye yol diye dört tekerin zor sığdığı, bir yanı adam boyunu aşkın taş toprak yığını, bir yanı uçurum yar, zemini yamru yumru, balçık ve çamurlu bir dar geçit kalmıştı. Şoförler bu tehlikeli geçitte yolcuları indiriyor, yolcular dar geçiti yürüyerek geçiyordu. Burası yol değil Uçurumun eşiğiydi! Koçboynuzu yoluna Sırat köprüsü kurulmuştu! Geçmek için sıra bekleyenlerden başka, geçiti göze alamayan yol kurusun çamur dursun diye sabahı bekleyenler geceleyenler vardı.

Tepeköy’den öteye çok yağış düşmüş yol balçık batakmış, yoldan çıkıp kayan, şarampola yaslayan araçlar varmış Ordu'dan gelen şoför - Siz varana kadar akşam olur ışık kaybolur size sıra gelmez, geceye kalmak karanlıkta geçite salmak olmaz, geceye kalmayın karanlıkta yol almayın, bekleyin uygun bir yerde geceleyin. diye salık verdi -Uğurlar olsun dedi.
Babam annem ve şoför Mehmet efendi durumu görüştüler konuştular - Gündüzün şerri gecenin hayrından evlâdır dediler. En iyisi olduğumuz yerde durup gecelemek sabahı beklemekti. Belki gece yağmur yağar gök boşalır yarın sabah güneş açar, çamur balçık katılaşır, yağış durur yer kururdu.
SOĞUK GECE
Kasım sonu yağan büyük yağmurda Ordu yolu kapanmıştı, Heyelandan arta kalan bir yanı uçurum bir yanı kaya dar ve kaygan geşitten geçmek aslanın ağzından ekmek almak, iğnenin deliğine sığmaktı. En iyisi Koçboynuzu’nda gecelemek yolun açılmasını beklemekti. Şoför otomobili yol kenarında ağaçsız bir yere çekti, yağışlı şimşekli havada ağaç altı tekin değildi yıldırım düşebilirdi. Durduğumuz açık alan çok fazla rüzgâr alıyor rüzgâr otomobili beşik gibi sallıyordu.
Şoför Mehmet efendi yolda bekleyişin nedenini çocuklara şakacı ve mizahlı sözlerle açıkladı: Güya otomobilin göbeği düşmüş araba sayrılanmıştı. Düşen göbek çekilip yerine konacak iyileşen araba sabah yeniden yola koyulacaktı. Eski zamanda ağır yük kaldırdığı için veya başka bir nedenle göbeği, karnı, beli, sırtı ağrıyanlara göbeği düştü denir, göbeği düşenin beline yün kuşak sararak, kalın havluya sarılı ateşte kızdırılmış tuğla koyarak, sıcak bakır tencereye oturtarak, şişe çekilerek göbek çekilir yerine konurdu.
Koçboynuzu'nda gökyüzü dağların arasında sıkışmış arta kalan olanca mavilik de kurşun rengi bulutlarla örtülmüştü, ufuk dersen hiç görünmüyordu. Kale'de Ünye’den Medreseönü’ne kadar uzanan koca denizle gökküreyi ayıran büyük ufuk çizgisi vardı, gurup uzun sürer güneş nazlanarak yavaş yavaş denize inerdi. Dağlarda ise hava çarçabuk birden kararıyor, ışık göğe çekilip karanlık çöküyordu. Yaklaşan gecenin soğuk olacağı belliydi nem iliklere işliyordu. Argun ağbim soğuğa karşı önlem alarak çocukların (Mahmud ve Osman) giydiği boğazlı yün kazakların içine göğüs üstüne dörde katlanmış gazete kağıdı yerleştirdi gazete kağıdı vücut ısısını içerde tutacaktı.
O gece ortalık katran karası zifir gibi karanlıktı. Babamın 3 berec pille çalışan kısa ve uzun huzmeli el feneri olmasa bir adım ileriyi göremez otomobilden çıkıp çiş etmeye bile gidemezdik. Karanlıkta çukura düşer, çamura batar, ayağımıza taş deyerdi. Arada bir rüzgâr bulutları açıyor koyu lâcivert gökyüzünde pırıltılı titrek yıldız ışığı yolu aydınlatıyordu. Çocuk yıldız ışımasının ne kadar güçlü olduğunu o gece öğrendi ve bir daha hiç unutmadı. Yoksa dağbaşı yıldızlara daha mı yakındı? Yıldız ışıması çok sürmedi gökyüzünün ışıklı yüzü sürüp gelen bulutlarla yeniden örtüldü. Uzaklarda çakan şimşekler giderek yaklaşıyor yağmur geliyordu. Çocuklar otomobilin arka koltuğunda uyuyacaktı ama rüzgâr uğultusundan, bazan uzak bazan çok yakından gelen korkulu yaban seslerden çakan şimşeklerden, otomobilin tavanında aralıksız yağmur tıpırtısından uyku tutmuyor, şimşek çaktıkça camlara vuran çelik mavisi ışık otomobilin içini gün gibi aydınlanıyordu.
Koçboynuzu’nda kaldığı gece çocuğun o güne kadar yaşadığı anımsadığı bütün gecelerden daha karanlık daha uzundu. Rüzgâr uğultusuna karışan kurt uluması, çakal sesi, fırtınadan ürken yaban hayatının vahşi bağırışmaları, taş düşmesine, dal kırılmasına benzer çatırtılar duyuluyor, zaman zaman artan rüzgâr otomobili vurup sallıyordu. Koçboynuzu gecesinde çocuk korkulu ve sevinçli karışık duygularla uykuya daldı.
Sabah uykusunda kulağına kuş sesleri geldi. Yoksa rüya mı görüyordu? Kasım ayında dağbaşında kuş sesi inanılmaz bir şeydi! Gözlerini açtı yattığı yerden doğruldu, dışardan sızan ışıkla gözleri kamaştı, pırıl pırıl aydınlık bir güne uyanmıştı. Yağmur dinmiş bulutlar gitmişti. Güneş bir gün öncenin acısını çıkarmak istercesine sıcak ve parlaktı, Islak toprak otlar ağaçlar ince ince buğulanıp tütüyordu, sanki bahar geri gelmişti, kuru dallarda gerçekten birkaç kuş vardı, bunlar belki de eylül sonu uçan büyük göçe yetişememiş yavrulardı.
Kapıyı açtı otomobilden dışarı adım attı, sis dağılmış doğa bütün görkemiyle ortaya çıkmıştı. Dışarda nefes kesecek güzellikte bir tabiat vardı. Koçboynuzu deyince hep keskin virajlar, derin uçurumlar, fırtınalar, uçkunlar, akan seller, kopan kayalar, sis balçık ve çamur akla gelir temcit pilavı gibi hep bunlar söylenirdi aslında Koçboynuzu yolu; dağları, yamaçları, kayaları, yeşil vadilerin dibinde parlayan gümüş akarsularıyla, bitki ve ağaç türleriyle tanımsız güzellikler barındıran, gözlerde gönüllerde iz bırakan olağanüstü bir coğrafyaydı!

Çalı çırpı toplayarak yakılan ateşte kaynayan çayla içimizi ısıttık, peynir ekmekle kahvaltı ettik. Yolda biriken suların kuruması, çamurun çekmesi, yolun açılması için öğlene kadar bekledik. Bu birkaç saat çevreyi keşf etmek için bir fırsattı. Çocuk otomobilden çok uzaklaşmadan gezdi, dolaştı, taşları, otları, ağaçları tuttu, doğaya el sürdü, uzaktan geçen bir çift tilki gördü.
Gelen haberlere göre yakın köylerden toplanan imeceyle kazma kürekle uçkun yeri açılıp düzeltilmiş yolda geceleyen otobüsler kamyonlar birbiri peşi sıra gitmişti. Gece yaşanan soğuktan otomobilin aküsü zayıflamıştı, kol demiriyle birkaç tur çevirilerek motor çalıştırıldı, yeniden yola koyulduk, Uçkun olan yerden geçtik. Ordu’ya vardığımızda vakit akşama yakındı hava kararıyordu. Zaferi milli mahallesindeki evde sevinçle karşılandık, sofra hazırdı, dün akşam biz gelmeyince ev halkı acaba kötü bir şey mi oldu diye korkuya kapılıp telaşlanmış ailenin büyüğü annemin halası Ziyneti anne kızları koşturmuş kara gün dostu komşu Nazmiye hanımı Lâyika ablayı çağırtmış, bizim kazasız belâsız salimen gelmemiz için birlikte tesbih çekmiş tütsü yakmış dua etmişlerdi.
SON












Yorumlar