top of page

CUMHURİYET: BİR UYGARLIK PROJESİ

ree

Bir uygarlık projesi olan Cumhuriyeti; Çanakkale Mehmetcik anıtı gibi 4 ayaklı dev bir abide olarak düşünüyorum. Anıtın birinci ayağı İstiklâl Savaşı, ikinci ayağı Lozan konferansı,  üçüncü ayağı Cumhuriyetin ilanı, inkilâplar ve kurumlar, dördüncü ayağı ise cumhuriyetten kalan son eserlerin korunması, tahrip edilmiş zarara uğratılmış yıkılmış çalınmış olanların restorasyonu ve onlara yenilerin eklenmesidir.

İstiklâl Savaşı’nı kazanan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ve Büyük Millet Meclisi ülkenin bundan sonra nasıl yönetileceğine karar verecekti. Yürürlükte olan 1921 anayasası konjonktürel (dönemsel) bir yasaydı. Büyük Zafer’den sonra yeni siyasi durumu yansıtan, yeni güç dengelerini temsil eden, hükümranlığın kaynağını apaçık belirleyen bir yönetim modelinin kararlaşması söz konusuydu.10 yıl süren savaşta harap olan ülkeyi ayağa kaldıracak düzeni kurmanın zamanı gelmişti. Ulusal temsiliyete dayalı yeni bir devlet kurulacak, meclisin çalışmasını kolaylaştıran anayasal iyileştirmeler yapılacak, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ilkesiyle çelişen tüm güç odakları tasfiye edilecekti. Bu hem zor hem de kolay bir işti. Bu ne demekti? 

Zorluk; halkın ülkeyi 600 yıl yöneten hanedana sorgusuz sualsiz saygı duyma alışkanlığından geliyordu. Padişahsız ve halifesiz bir devleti başsız sayan, böyle bir düşünceyi akla zarar gören saltanat bağımlısı (tarikatlar, medreseler vb.) atıl zümrelerin yanı sıra eşraf ve halk arasında da saltanatın sürmesini isteyenler vardı, Halkın yönetime katılması henüz tam denenmemişti, söz ve karar hakkının halka devredilmesi nasıl bir sonuç verecekti? Yeni bir rejim hele de Avrupa’da fırtınalar yaratan Fransız devrimiyle özdeş cumhuriyeti hırçın meçhul (bilinmez) ve maceracı bulan, eski köye yeni adet olarak gören muhalifler vardı.

Kolaylık ise; mevcut hanedanın ülkenin hiçbir sorununa çare olamayan aksine çözümsüzlüğü kronikleştiren, vatana ihaneti adeta halkın gözüne sokarcasına açıkça yapan aciz siyasetinden kaynaklanıyordu. Buna karşı milletin gözü önünde başarılı olmuş ülkeyi yaşadığı en büyük bâdireden kurtarmış Kuvây-ı Milliye ve onun önderi Mustafa Kemal Paşa! Sözün özü; ak koyun kara koyun çoktan belli olmuş yaklaşan şafağın kızıllığı göğe vurmuştu.

Zafer sonrası itibarı ve gücü zirve yapan başkomutanın ve hükümetin ülke üzerindeki de-fakto (fiili) hakimiyeti meclisin onayına sunularak ülkenin nasıl yönetileceği kararlaşacaktı. Bu konuda en büyük söz hakkı elbette en büyük sorumluluğu üstlenen, istiklâle başını koyan başkomutanındı. Mustafa Kemal Paşa’nın kurtardığı ülkeyi düşmanla işbirliği yapan saltanata ve yandaşlarına altın tepside sunması beklenemezdi. Böyle hareket edecek bir liderin millet nezdinde tüm kredisini kaybedeceği aşikardı.

Bununla beraber Mustafa Kemal Paşa’nın en yakın arkadaşları arasında monarşiden yana olanlar da vardı. 1920 Martında Ankara Keçiören’de bir akşam Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey, Ali Fuat Paşa ve Refet Bey arasında geçen konuşmada Mustafa Kemal Paşa’dan başka herkes hanedan yanlısı olduklarını açıkca ifade etmişlerdi. Bu durumda cumhuriyet fikrini zaman olgunlaşana kadar en yakın arkadaşlarına bile açmayacaktı.

Bununla beraber o günden bu yana köprülerin altından çok sular akmış 2 yıl öncenin yenginleri kaderi ters yüz ederek zafere ulaşmış, kartlar yeniden karılmış, masada yeni bir oyun açılmıştı. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Bu masada artık zafer kazanmış bir Başkomutan oturuyordu. Mustafa Kemal Paşa yeni misyonuyla Türkleri Ergenekon’dan çıkaran çağdaş bozkurt konumundaydı. Gazi Paşa rejim konusunu Lozan barış konferansından sonraya erteledi. Lozan’da sağlanacak bir anlaşmayla ve memleketin arsıulusal (uluslararası) alanda onaylanmış tapu senediyle eli bir kat daha güçlenmiş olacak bu sayede cumhuriyetin ilânı kolaylaşacaktı. Savaşın kazanılması Büyük Millet Meclisi hükümetinin müzakere pozisyonunu kökten değiştirmişti. Lozan’da konferans masasına Türkiye domine edilen (buyurulan) değil domine eden (buyurgan) ülke ya da İngilizce tabirle upper hand (güçlü el) olarak oturacaktı.

Monarşiden Cumhuriyete

Osmanlı coğrafyasında siyasi ağırlık merkezinin Balkanlar’da olması Devlet-i Aliyye’yi ister istemez yenileşen dünyaya (Avrupa’ya) yakın kılıyor çağın değerleriyle buluşturuyor, devletin gelecekte alacağı siyasi şeklin Asyatik olmaktan daha çok Avrupai olmasını gerekli kılıyordu.

Cumhuriyete giden yolda egemenliğin el değiştirmesi (yönetim erkinin sultandan halkın temsilcilerine geçişi) süreci 19. yüzyılda başlamıştı. 1853 Tanzimat fermanı Osmanlı memleketlerinde batılılaşma ve değişim rüzgârları estirmiş ama bir rejim değişikliği getirmemiş sadece bazı üst yapı kurumlarının kurulmasını sağlamıştı. 1877 de açılan ilk meclis ise çok geçmeden kapatıldı ama anayasa değişmedi. Gelecek 30 yıl boyunca İstanbul’da Payitaht’ta mutlak monarşi (istibdat) hüküm sürerken öte yanda vilayet ve kaza idare meclisleri açılıyor halk uluslararası siyaset dilinde self government denen kendi kendini yönetme pratiğini yaşayarak öğreniyordu. Bu dönemde bürokratik bilgi, karar alma ve icra (uygulama) yeteneği ülke genelinde yaygınlaştı. Hizmetin ayağına ya da yakınına gelmesi, devletin muhatabı olması halkın hoşuna gidiyor, buradan kendine reayadan ileri vatandaşlığa yakın yeni bir kimlik çıkarıyordu. Buna alışan halk acaba bu elde ettiği konumdan geri adım atar mıydı?

Mutlakiyetçi monarşi 1908 de sona erdi meşrutiyet (parlamentolu monarşi) kuruldu. Yeni rejim Avrupa’da yürürlükte olan meşrutiyetler örnek alınarak Devlet-i aliyye koşullarına uyarlanmıştı ama Osmanlı’da Avrupa’daki parlamentoların dayandığı örgütlü varsıl ticaret ve sanayi burjuvası ve bu sınıfa kredi sağlayan finansal kurumlar (Bankalar) yoktu. Osmanlı’da meşrutiyetin siyasi kadroları neyin davasını güttüğünü ve hangi sosyal zümre veya zümrelerin desteğiyle siyaset yapacağını bilmiyordu. Osmanlı meşrutiyeti Avrupa’ya kıyasla bir makyajdan ibaretti.

Bir doğu toplumu olan Osmanlı’da sosyal tabakalaşma batıdan farklıydı hanedan ve yakın çevresinde yer alan paşalar, sivil ve asker bürokrasi, toprak sahipleri, ayanlar, eşraf, esnaf, reaya (köylü) ve emekçilerin tümünü kapsayan Osmanlılık kavramının devletin çimentosu olacağı umuluyordu ama olamadı.

Meşrutiyette saray ve meclis egemenliği paylaşıyordu. Meşrutiyet padişahla halkın temsilcileri arasında yetkileri sınırlanmış bir ortak yönetim denemesiydi “

Hükümdarın fikrini sormadan sadece meclisin aldığı aldığı karalarla hareket edilmesinde devlet işlerinde iç ve dış siyasette diplomaside ekonomide ve bürokraside cumhuriyetin bir ön denemesi yapılır gibiydi. Gereğinde Padişah iradesinin tümüyle dışlanması, Hünkârın fikrinin alınmaması ilerde egemenlik kaynağının el değiştireceğinin ilk belirtileriydi.  Zamanı geldiğinde Cumhuriyet meşruti monarşinin hükümdara tanıdığı son egemenlik (hâkimiyet) haklarını da kaldırarak egemenliği kayıtsız şartsız millete devredecekti.

Meşrutiyet döneminde (1908-1918) İttihat Terakki iktidarı iş ve kaynak yaratarak devlete destek olacak bir milli burjuvazinin oluşması için çalıştı. Yeni yeni oluşan bu zümre İstiklal Savaşı’nda varlığını belli edecek, Sakarya Savaşı öncesi çıkarılan Tekalüf-ü Milliye uygulamasında ve daha önceki htiyaç anlarında Ankara’ya gücü yettiğince azdan az çoktan çok parasal yardımlar yapacaktı.

Sarayın ve meclisin egemenliği paylaştığı ikinci meşrutiyet her hangi bir kapsamlı sosyo-politik etüdün ya da çağdaşlık arayışının meyvesi değildi. Jön Türkler Avrupa modeli meşrutiyeti Devlet-i Aliyye’nin Büyük devletler nezdinde itibarını artıracak sihirli bir tercih (seçenek) olarak görüyordu. Fransız inkılâbından mülhem, (Osmanlı halkının pek de haberdar olmadığı) hürriyet müsavat uhuvvet (özgürlük eşitlik kardeşlik) ve istibdata karşı olmak gibi popüler (halkçı) sloganlarla meşrutiyet ilan edildi. Programı içeriği belirsiz, halkta fazla karşılığı olmayan bir hareketti. Parlamento açılışının Avrupa’da Osmanlı’ya sempati yaratacağı, diplomatik ilişkilerde tolerans ve itidal sağlayacağı sanılıyordu. Üstelik örnek alınan ve Afrika’dan Uzakdoğu’ya, Avustralya’dan Kanada’ya kadar üzerinde güneş batmayan 450 milyon tebası olan British Empire denen İngiliz imparatorluğunda parlamento sadece anavatan Büyük Britanya adasında yaşayan vatandaşlardan seçilirken 1908 yılında 9 milyon km kare alana yayılmış 61 milyon nüfuslu kozmopolit Osmanlı; devletin tebası olan ve kiliselerine göre kümeleşmiş milletlere mecliste nüfusları oranında temsil hakkı tanıyordu. Bu esasa göre teşekkül eden1908 Meclis-i Mebusan’ında 288 mebustan sadece 147 si Türk asıllıydı. Bu şu demekti Türk imparatorluğunda meclisin aritmetik olarak yarısı Türk değildi. Bu yaman bir tezattı! Böyle yamalı bohça bir meclisle devlet nasıl yönetilecekti?

İmparatorluktan ayrılıp bağımsızlık kazanmak için gizli ve açık örgütlenen, silahlı çeteler kuran sözüm ona Osmanlı milletleri (Balkan Slavları, Bulgarlar, Makedonya, Pontusçu Rumlar, Taşnakçı Ermeniler v.b.) şimdi rikkat-i kalbe gelerek (kalbi yumuşayarak) ayrılık davasından vaz geçecek, asla inanmadığı, hakkında hiç iyi rüya görmediği Devlet-i Aliyye’nin ittihadı (birliği) ve yükselmesi için el ele verecekti. 1912-13 Balkan Savaşı çok milletli Osmanlılık hayalinin sonu oldu. Milletin önüne Osmanlılık’tan başka bir gelecek perspektifi koyamayan İttihat ve Terakki Balkan yenilgisi üzerine çaresiz Osmanlılığı bırakarak Turan’a yelken açtı.

1918 sonbaharında Birinci Dünya Savaşı sona erdiği zaman millet malından ve canından yaptığı büyük özverilere rağmen hayal kırıklığına uğramış hem imparatorluğu hem de umudunu kaybetmişti. Savaş sonunda hükümeti devralan Hürriyet ve İtilaf (partisi) de umut olamadığı gibi üstüne üstlük birde İngiliz yandaşlığına bel bağlamıştı.

İmparatorlukların yıkıldığı, büyük toprakların bölünüp parçalandığı, sınırların yeniden çizildiği, monarşilerin giderek devreden çıktığı dünyada geriye son alternatif cumhuriyet kalıyordu. Savaşta yenilen Rusya Almanya Avusturya Romanya Bulgaristan Macaristan gibi ülkelerde monarşi karşıtı rejim arayışları başlamıştı. Bu arayışlarda ilk akla gelen cumhuriyetti. Arapça kökenli cumhur halk ve cumhuriyet halkçılık ya da halk idaresi demekti.

Mustafa Kemal Paşa’nın Türkiye için düşündüğü yönetim şekli de cumhuriyetti. Cumhuriyet fikrinin Paşa’nın aklında filizlenmesi genç bir subayken hatta daha önce Vatan Şairi Namık Kemal’in etkisiyle askeri okulda öğrencilik yıllarında başlamıştı. Okuduğu yazarlar arasında Namık Kemal, Mehmet Emin Yurdakul veTevfik Fikret vardı.

Bakın bu konuda Atatürk ne diyor: “Vatanın fikriyatı ve istiklali için ölmeyi bugünkü nesle Namık Kemal öğretti. Harbiye senelerinde siyaset fikirleri baş gösterdi. Namık Kemal’den gelen sesin büyüsüne kapılmıştık. Namık Kemalin yiğit sesi önümde bambaşka bir ufkun açılmasına yol açıyordu. Bu ses ruhumuzu şimşek gibi sarsıyor, bu ses şimdiye kadar duyduğumuz hiçbir sese benzemiyordu”.

Aynı yıllarda Tevfik Fikret kamuya şöyle sesleniyordu:

Çiğnendi yeter varlığımız cehl ile kahre                                                                                               

Doğrandı müberek vatanın bağrı sebepsiz.                                                                                                               

Birlikte bugün bulmalıyız derdine çare.                                                                                                                 

Can kardeşi, kan kardeşi, şan kardeşiyiz biz.                                                                                                

Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol,                                                                                                         

Ey hak yaşa, ey sevgili millet, yaşa, var ol!

 

Mustafa Kemal’de giderek bir milli mefküreye (ideale) dönüşen cumhuriyet milli mücadele süresince Mustafa Kemal Paşa’nın düşündüğü uygarlık projesinin ana teması ve siyasi formatı (kalıbı) olarak netleşti.

Sahib-i saltanat artık milletin

Zorlu dönemeçlerden geçerek ölüm kalım savaşı vererek varılan 1923 yılında saltanatın büyük yanılgılarla adeta kendi kendini bertaraf ettiği noktada kurulan Cumhuriyet öncelikle halkın temsiliyeti ilkesini getiriyor hakimiyeti saraydan alarak halka veriyordu. Sahib-i saltanat artık milletti.

Cumhuriyet kulluk değil vatandaşlık vadediyordu, vatandaşların ülkenin eşit hissedarları (sahipleri) olmasını, orman ova ırmak maden toprak su deniz tarih geçmiş gelecek doğal (kendinden olma) veya sonradan mamûl maddi varlıkları ve kültürel değerleri paylaşmayı öneriyordu. Bu düşünce tarzı ister istemez olabildiğince homojen bir toplumsal yapı ve bu yapıyla uyumlu bir uniter milli devletin varlığını gerektiriyordu. Milletlerin yönetiminde varılan en gelişmiş en işlevsel en demokratik ve yenilikçi siyasi rejim cumhuriyetti. 1923 dünyasında cumhuriyeti aşan bir idare şekli yoktu. Aradan 100 yıl geçti ama bugün de yok.

Cumhuriyet birbirine yakın ortak değerleri olan ve birlikte yaşama kültürü ve deneyimi olan halklara en çok uyan sistem; geleceğe dair beklentiler, ortak ülküler (idealler) gibi konularda milli bir çizginin oluşmasını, vatandaşlar arasında paylaşılan değerlerin ön plana çıkmasını ve çağdaş siyasi ilkeler ve insan hakları çerçevesinde mümkün mertebe (olabildiğince) ittihadı (birliği) öngörüyordu. Cumhuriyet temel ilke olarak siyasi erki hanedandan alarak milletin temsilcilerinden oluşan meclise devrediyor, tebalıktan vatandaşlığa geçişi sağlıyordu. Cumhuriyet 1936’da kabul edilen laiklik ilkesiyle hukuk birliğini ve 1924’te çıkan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla (öğretim birliği yasasıyla) eğitim birliğini sağlayacaktı. Tevhid-i Tedrisat yasası çağın gerisinde eğitim veren medreselerin yanı sıra misyoner ve azınlık okullarından yasaya uymayanları kapatmış açık kalanları da denetim altına almıştı.

Devletin kuruluş ve işleyiş şemasını hukuki ve yönetsel kurumlarını hiçbir tereddüte meydan bırakmayacak, bir sorun karşısında çözüm öyle mi olur böyle mi türü sorulara, kararsızlığa veya ikileme düşürmeyen eşitlikçi bir hukuk nizamı öngörüyor, idari, siyasi, medeni ticari alanlarda herbir dinî itikada (inanca) aynı mesafede duran bir esas teşkilat yasası (Anayasa) getiriyordu.

Dini ırkı etnik mensubiyeti ve itikadı ne olursa olsun kadın ve erkek tüm vatandaşlara yasalar karşısında eşitlik ilkesinin koruması altında, seçeceği herhangi mesleki ticari sınai zirai alanda ve istedikleri yerde oturma, çalışma, iş yeri açma ve seyahat hakkı tanıyordu. Bu vatandaşlık demekti. Vatandaşlık örgütlü insan cemiyetlerinin o güne kadar ulaştığı en akılcı en eşitlikçi evreyi temsil ediyordu.

Halk cumhuriyeti benimsedi ve padişahlığı hiç özlemedi

Müslüman halkın vatan haini olanlarından gayrisi Anadolu’ya kalpten bağlı ve manevi hasletleri çok yüksekti. Devlet denince halkın gözünde çok değerli, erişilemesi zor yüce bir olgu canlanıyor, yapılması güç bir maslahat, okumuş seçkin zümrenin iştigal alanı içinde kalan yüksek idealler manzumesi (topluluğu) akla geliyordu. Devlet işleri konuşulduğu zaman “Devletin elbet bir bildiği vardır” denir, bilmeyen fikri olmayan söze karışmaz, olu orta konuşmaz iş ehline bırakılırdı Halkın gözündeki bu saygınlığın hakkını verecek, doğruyu yanlışı lâyıkıyla gözetecek ehil (yetgin) ve liyakatlı kişilere hizmette öncelik tanınırdı, devlet işi yetişgin eğitimli erdemli insanların hakkıydı. Okumuşu sayıca az olan halkın bu sağduyusu zamanın anlayışına uygun, liyakatı öne çıkaran bir yaklaşımdı.

İstiklal Savaşı’nı kazanan Türkiye’de hakikat-i hal (gerçek durum) nasıldı? Kurulacak olan cumhuriyet nasıl bir ülke devralacaktı? Bunu sayın Yılmaz Özdil’in Cumhuriyet mucizesi yazısından kısa alıntılarla hatırlatalım:

Cumhuriyet mucizesi …; 29 Ekim 1923 sabahı ...Nüfus 13 milyondu, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 37 bininde okul yoktu, postane yoktu, dükkan yoktu. 30 bin köyde, yani her dört köyün üçünde cami yoktu. Traktör sayısı sıfırdı, biçerdöver sayısı sıfırdı, karasaban vardı. Ayçiçeği üretimi yoktu, şeker üretimi yoktu, ekmeklik un, pirinç ithaldi…. Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu, bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtmaydı, üç milyon kişi trahomluydu……verem, tifüs, tifo salgını vardı.

Bit'le başa çıkılamıyordu. Bebek ölüm oranı yüzde 40'in üstündeydi, dünyaya gelen her iki bebekten biri ölüyordu. Anne ölüm oranı yüzde 18'di, her beş anneden biri ölüyordu. Ortalama ömür 40'tı, 41'inci yaşını gören şanslıydı. Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece sekizi Türk'tü. Diş hekimi sayısı sıfırdı. Sadece dört hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı.

Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi, komple kül edilmiş köy sayısı binin üzerindeydi, ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile ithaldi. Limanlar, madenler yabancıya aitti, demiryollarının bir metresi bile bize ait değildi. Toplam sermayenin sadece yüzde 15'i Türk'tü. Osmanlı'dan ayakta kala kala dört fabrika kalmıştı, Hereke İpek, Feshane Yün, Bakırköy Bez, Beykoz Deri... "Sanayi" denilen işletmelerin yüzde 96'sında motor yoktu. 10 işçiden fazla işçi çalıştıran, sadece 280 işyeri vardı, bunların da 250'si yabancılarındı. Kişi başına milli gelir 45 dolardı. Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı. Dört mevsim kullanılabilen karayolu yoktu. Zaten perişanız, üstüne, mübadeleyle 400 bin insan geldi. Ceplerinde para yok, iş eyok, başlarını sokacak ev yoktu… Kadın, insan değildi… Eşit eğitim hakkı yoktu, meslek edinme hakkı yoktu, boşanma hakkı yoktu, velayet hakkı yoktu, kendisine miras kalan mallar üzerinde bile tasarruf hakkı yoktu, seçme hakkı yoktu, seçilme hakkı yoktu, doğum izni yoktu… Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu. Arkeolojik eserler, padişahların hediyeleri olarak, trenlerle Avrupa'ya kaçırılmıştı

Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapça'yla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı.

"Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik" filan deniyor... Halbuki, İbrahim Müteferrika'dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı 417 adetti.  Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa'da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, beş milyar adet satılmıştı. Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okul yaşı gelen her dört çocuğumuzdan üçü okula gitmiyordu. Toplam 4 bin 894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye'nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.

Öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yoktu. Bütün memlekette tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Memleket bilimden çoook uzaktı. Medreselerde Türkçe yasaktı, bağnazlık yuvasıydı, din diye hurafe öğretiyorlardı… (Yilmaz ÖZDİL).

Savaşı kazanan kuşağın elinde kalan vatan buydu.  Birkaç yüzyıl ertelenerek çoğalan, katlanan biriken sorunların elbette sadece bir rejim değişikliğiyle üstesinden gelinemeyecekti, tutulacak yol bir rejim seçiminden çok ileri daha önce denenmemiş büyük bir medeniyet ve çağı yakalama projesi olmak zorundaydı. Başka bir seçenek yoktu. Bunca sorunun bilimden çağdaşlıktan matematikten uzak palyatif (günü birlik geçici) işlerle altından kalkılamazdı. Bunlar ancak planlı, uzun soluklu, yıllara yayılacak, birbiriyle bütünleşecek, adım adım gerçekleşecek bir medeniyet ve aydınlanma projesiyle üstesinden gelinecek sorunlardı, Başarılacak iş çok büyüktü, büyük azim irade yılmazlık usanmazlık yıkılmazlık istiyordu. Bu kadar geniş kapsamlı projeyi taşıyacak rejimin ülke genelinde örgütlenmeye, halkın tükenmez dinamizmine ve daima yenilenecek olan gençlik aşısına ihtiyacı vardı. Bunu sağlayacak olan tek yönetim tarzı (siyasi rejim) ise cumhuriyetti.

Cumhuriyet insanlık tarihinde değişik coğrafyalarda kısa sürelerle de olsa denemiş ama monarşiler, çıkarcı zümreler ve baskın güçler tarafından yok edilmişti. 20. yüzyıl cumhuriyetlerin yüzyılı olacak olumlu işaretler veriyordu. Türkiye, Kurtuluş Savaşı sonrası ele geçen bu fırsatı kaçırmamalıydı ve kaçırmadı.

1923-1938 arası kuruluştan itibaren ilk onbeş yılda büyük atılım yapan Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün ölümünden sonra siyasi kadroların tutumuna göre ileri ve geri adımlar atan, kah ilerleyen kah kurucu aklın yolundan ayrılan, arada bir kesintiye uğrayan ve yeniden yola koyulan, inişler çıkışlar geçirmiş bir gelişim süreci yaşadı. Bugün 100 üncü yılında Cumhuriyet olma ya da uygarlaşma süreci halen devam etmektedir. Bir çocuğun ailede başlayan, anaokulu ilkokul orta eğitim ve üniversitede süren eğitimi nasıl yıllar alıyorsa canlı organizma nitelikleri taşıyan milletlerin aydınlanması da aynen bir çocuğun yetişme sürecine benziyordu ve ondan çok daha zordu. Bir ailede çocuğun karışanı görüşeni ana babadan ibaretken aksine millet dediğimiz büyük sosyal heyetin onu kendi çıkarlarına uygun başka yönlere sürüklemek isteyen iç ve dış odakların etkisi altında olması uygarlık yürüyüşünü elbette zorlaştırıyordu.  Toplumda kök salmış yenileşmeye direnen batıl gelenekçi, siyaset ve itikat guruplarının ve organize çıkar çevrelerinin oluşturduğu engeller vardı.

Toplumun maddi manevi tüm kurumlarıyla uygarlığa yönelmesi, çağdışı hüviyetinden sıyrılarak mahiyet değiştirmesi daha uygar bir yörüngeye oturması öncelikle düşünce alanında olmalıydı. Değişimin en zor olanı buydu. Düşünsel (fikrî) gelişme hızı her millet için farklı olabilirdi bu normal sosyolojik bir durumdu. Fransa gibi rönesans yaşamış bir toplumda bile 1794 Fransız ihtilaliyle başlayan Cumhuriyetleşme süreci birçok kesintilere uğramış zaman zaman girdiği yoldan dönen Fransa; cumhuriyeti 5 kere yeniden kurmak zorunda kalmıştı.

Cumhuriyet başlangıçta hayal edilen (istenilen); değişimi hayata geçirecek bir kavram, bir sembol ibare olarak kabul edildi. Amaç 1923’ten itibaren safha safha konjonktürel (dönmesel) ilave ve geliştirmelerle yeni ihtiyaçların gerektirdiği yeni kurumların eklenmesiyle hukuksal teknolojik ve medeni iyileştirmelerle belki 100 yıl belki daha çok sürecek, insan ömrünce uzun ama devlet hayatında kısa sayılacak bir süreçte çağdaş uygarlığa ulaşmaktı. Atatürk kurduğu cumhuriyetin yaşayacağı riskli yolculuğu öngördüğü için gençliğe hitabında cumhuriyetin başına gelebilecek tehlikeleri bir bir saymış ve eserini Türk gençliğine emanet etmişti.

Türkiye Cumhuriyeti; devleti sadece üst düzey yöneticileri ve bürokrasiyi ilgilendiren bir sistem olarak gören, bunun dışında kalan kitlelerin bireysel haklarının gözardı edildiği, devlete aşkın yetkiler tanıyan, herşeye devletin karar verdiği tekelci, ya da dini naslara ve şeriata dayalı sözde cumhuriyetlerden farklı olacaktı. Kişi veya heyet istibdatını tek adam rejimini yadsiyan, eşitlikçi özgür düşünceden yana üretken uygar çağdaş ve halkçı bir yönetim amaçlanıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın ülküsü ve hayali böyle bir Cumhuriyetti ya da Cumhuriyetin bir gün böyle bir düzeye yükselmesiydi/ Muasır medeniyete ulaşmak derken bunu kastediyordu.

Lozan ertesi Mustafa Kemal Paşa, Cumhuriyeti ilan zamanının geldiğine karar verdi. Yeni devlet yeni yapı demekti, yeni yapı Cumhuriyetti. Önce seçimler yenilendi. 29 Ekim 1923 te cumhuriyetin ilan edildiği gün oturuma katılan milletvekili sayısı sadece 158'di. Toplam 334 milletvekilinin 176'sı cumhuriyetin ilanına katılamamıştı.

O günlerde halk aldığı duyumlardan ajans haberlerinden ülkenin önemli günlerden geçtiğini Cumhuriyet ilan edildiğini duymuştu ülke yönetiminde bir şeylerin değiştiğini biliyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini sultan ve halife ilan ederek tahta çıkmasını bekleyenler bile vardı. Böyle sananlar Gazi Paşa’nın düşünce tarzını siyasi ahlakını ve rönesans arayışını idraktan uzaktı. Gazi Paşa’yı onlar şark milletlerinin tarihinde çok raslanan alelade sıradan liderlerden biri sanıyordu. Sadece şarkta mı?  bu tür egosu aşkın bencil siyasi liderler medeni olduğu söylenen Avrupa’da da vardı. Napolyon, Hitler, Mussolini, General Franko, Jozef Stalin, v.b. birçok devlet adamı Mustafa Kemal Paşa’nın seçkin siyasi ahlâkından, yüksek fikriyatından, milli hissiyatından yoksundular. Türkiye’de olaylar öyle gelişmedi. Giden ağam gelen paşam demeye hazırlananlar, yeni bir saray kurulur ve çevresinde yeni bir oligarşi (çıkarcı sınıf) oluşur diye düşünenler yanıldı. Bu kere zaferi kazanan komutan öncekilere benzemiyordu. Cumhuriyeti kendi şahsını değil milletini yüceltmek için kurmuştu. 

İspanyol iç savaşında sosyalistleri yenen General Franko, Atatürk’ten 50 yıl sonra medeni ve demokrat (!) Avrupa’nın göbeğinde İspanya’da rejimi cumhuriyete dönüştürememiş ölürken yerini krala bırakmıştı. Kısa bir süre cumhuriyet rejimi deneyen ama başaramayan, demokrasinin doğduğu yer sayılan Yunanistan’da bile kral vardı. 1923 yılında yüzyılın birinci çeyreğinde Avrupa’da cumhuriyetle yönetilen birkaç ülke vardı ama monarşiler de siyasi gücünü koruyordu. İslam dünyasındaysa cumhuriyet ne kelime bağımsız devlet bile yoktu.

Türkiye cumhuriyeti Müslüman kimliğine sahip çıkan lâik ve uniter yapısıyla diğerlerinden farklıydı. Önasya’da, Kuzey Afrika’da, Mısır’da, Suriye’de, Irak’ta, Hindistan’da, Afganistan’da Türkiye örneğinden etkilenen ülkelerde işler değişiyor, sömürge yönetimlerine karşı hareketlenen coğrafyalarda emperyalistlerin uykuları kaçıyordu. Cumhuriyet rejimi aslında İslam dünyasının 1300 yıl önce 4 halife döneminde yaşadığı ama sonradan Emevi saltanatının yok saydığı, Kuran’da öğütlenen istişare (danışma) ve şura (meclis) kurumlarıyla yeniden tanıştırıyordu. Bu açıdan bakıldığında Mustafa Kemal Paşa’nın İslam dünyasına yeniden Kuranî ilkelere dönüş mesajı verdiğini değerlendirebiliriz.

Hindistan’da Gandi, Pakistan’da Muhammed Ali Cinnah, Mısır’da Cemal Abdünnasır, Tunus’ta Habib Burgiba, Cezayir’de Ahmet Bin Bella, Afganistan’da Amanullah Han ve okyanus ötesi Küba’da Fidel Kastro gibi ülkesinin kaderini değiştiren toplumu çağdaş uygarlık yoluna çeviren bağımsızlık önderi liderler siyasi hayatlarının bir veya birkaç evresinde hep Mustafa Kemal Paşa’yı örnek aldılar. Bugün 21 inci yüzyılda dünya siyaset sahnesinde Mustafa Kemal Paşa’yı rehber edinen siyasilerin halen yetişmekte olması onun çağlar ötesi örneğinin daha yıllarca yaşayacağının kanıtır.

Kimseye eyvallahı olmayan kendi kaderini yazan cumhuriyet

Savaşta vatan toprağına aiddiyet hissiyle bağlanan Türkler işler zorlaştıkça birbirine kenetlenen bir milletti. Bir topluiğneden bile yoksun, sanayisi olmayan harap ülke birkaç ay içinde 200 bin askerle koca bir ordu çıkaracak ve o orduyla emperyalist güçleri yenecekti. Türkler 30 Ağustos 1922’de kimseye eyvallahı olmayan millet olarak tarihe geçti. Bu Zafer bir yıl sonra bir başka büyük kararla taçlandı cumhuriyet kuruldu.      Yeni Türk devleti de aynı kazandığı askeri zafer gibi kimseye boyun eğmeden ricacı olmadan kendi yağıyla kavrularak, kanla irfanla imanla kurulmuştu. 

20. yüzyılın ilk 30 yılında Avrupa’da yeni kurulan dizayn edilmiş çakma veya gerçek devletlerin başına emperyal güçlerin uygun gördüğü prensler Kral olarak atanıyordu. Yunanistan, Yugoslavya, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan ve Karadağ gibi nice ülkeler bu emperyal aşağılanmadan sırayla nasibini almıştı. Almanya ve Japonya gibi en başat devletlerin bile anayasasını ABD’nin yaptığı 20 inci yüzyılda Türkiye; Cumhuriyeti kendi tercih ve kararıyla kurdu. Bu bir istisnaydı. Mustafa Kemal Paşa mecliste hiçbir zaman salt çoğunluğa sahip olamadığı ve daima muhalefetle (karşı görüşlerle) yüzleştiği halde sivil ve askeri entelijensiyada liderlik yeteneklerine, strateji bilgisine devlet adamlığına en çok güvenilen kişi olarak üzerinde ittifak (fikir birliği) vardı. Onu sevmeyenler bile bu konularda eşsiz olduğunu ve alternetifi olmadığını kabul ediyor, Mustafa Kemal Paşa’yı güç durumlarda siyasi ve askeri otoriteyi elinde toplayarak durumu iyileştirecek, görev vadesi bitince bu yetkileri meclise iade edecek sözüne güvenilir bir lider olarak görüyorlardı. Sakarya Savaşı sırasında bu durum aynen yaşanmış ve denenmişti.

Zamanın birçok siyasileri idrak gecikmesi, atıl akıl ya da merak noksanlığı diyebileceğimiz bir ruhsal durum içindeydiler karar verme ya da seçim (tercih) yapma yeteneği zor durumların gerektirdiği olgunlukta değildi eski tabirle sürat-i intikal (çabuk anlayış, çabuk kavrama) noksanlığı vardı bu tür zekalar makine çağında kaplumbağa hızıyla hareket ediyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya zamanında cumhuriyetin ilanı konusunda karşı çıkanların birçoğu herşey olup bittikten sonra Gazi Paşa haklıymış dediler ama milletin kaderi bu gibilerin sınırlı anlayışına bırakılamazdı siyaset dinamizm isteyen bir işti demir tavında dövülmeliydi. Sonuçta Mustafa Kemal Paşa’nın Biz bize benzeriz özdeyişinde ifade ettiği ve Türk ahi geleneğinden örneklenen milli ve nevi şahsına mahsus bir siyasi ekol olarak “Cumhuriyet” Ankara’da kuruldu.

Son aşamada okumuş kesim kimi gönüllü kimi gönülsüz de olsa Cumhuriyet tercihine katılmıştı. Türk devletinin gelecekte nasıl olacağı konusunda sağduyu hakim oldu ve Büyük Millet Meclisi 29 Ekim 1923’te tarihi bir uzlaşıya vardı. Bugün 100 yıl sonra gelinen noktada Türkiye’nin en akılcı (rasyonel) en bilimsel düşünce erbabının ve halkın mutlak çoğunluğunun onayını alması Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet kurmakta 100 yıl önce tarihsel diyalektiğe en uygun olanı yaptığının ve yanılmamış olduğunun kanıtıdır.

Cumhuriyetin kazanımlarından örnekler

Cumhuriyetin kazanımları saymakla bitmez. Burada yazının son bölümü olarak aklıma gelen birkaçını çok kısaca hatırlatmak istedim.

Nazi Almanya’sından kovulan bilim adamları Türk üniversitelerine geldiler. Onlardan yararlanmak büyük Atatürk’ün fikriydi. Bu hocaların yanında mühendislik mimarlık iktisat hukuk fizik kimya jeoloji gibi bilim dallarında birçok bilim insanları yetişti.

Türk dili Türk tarihi ve Türk coğrafyasının araştırılıp aydınlanması büyük Atatürk’ün çok önem verdiği ve bizzat ilgilendiği alanlardı. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu amaçla kuruldu. Bu kurumlarda yapılan eğitim ve tezlerle Türk tarihinde ve Türk dilinde yeni ufuklar açıldı.

Cumhuriyet kadınlara eğitim ve fırsat eşitliği sağladı. Binlerce kadın öğrenci üniversitelere yazıldı. Tıp eczacılık ve kimyagerlik kadınlar arasında tercih edilen meslekler olarak öne çıktı.

Eğitimde fırsat eşitliği Cumuriyetin en önemli ilkelerindendi. Yoksul ve varsıl çocuklara eşit düzeyde eğitim sağlanması amaçlanıyordu. Atatürk nilletvekili maaşının öğretmen maaşından çok olmamasını denk olmasını önermişti.

Doğu ve batı klasikleri Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlandı üniersitelerde Halk Bilimi ve arkeoloji kürsüleri kuruldu, konservatuarlar açıldı.

Cumhuriyet bir yıkımın arkasından geldi hele de batı Anadolu ve Ege Yunan ordusu tarafından yakılmış kül olmuştu Anadolunun üçte birinde köyler şehirler yeniden kuruldu.

Türk kadın voleybol takımı 2023’te Türkiye’nin dünyada en çok tanınan markası oldu. Dünya şampiyonluğu Cumhuriyetin Türk kadınlarına açtığı aydınlık yolda yürüyen kızlarımızın özgür spor yapma hakkını kullanarak ulaştığı başarı tüm millletin gururu ve övüncü olmuştur.

Atatürk’ün bir özdeyişi var Cumhuriyet kültür demektir diyor. Bu sözün anlamı nedir? Cumhuriyet; toplumda geçerli kültürel değerleri tehdit eden ve dünyaca geçerli yüksek standartların altında sürünen düzeysiz görgüsüz pesbayeliğin eğitim yoluyla ortadan kaldırılmasını amaçlamıştır. Hedef insani değerleri öne çıkaran estetiği zarafeti koruyan, görgülü kuşakların yetişmesi ve cumhuriyet kurumlarının bu eğitimli insanlara emanet edilerek sadece günün değil geleceğin de güvence altına alınması, yozlaşmanın önlenmesidir.

Bu insanların TRT gibi resmi kurumlarda yer almasıyla kültür değerlerinin adeta yed-i emine (ehil ve emin ellerin) güvenli korumasına emanet olacaktır.. Ne yazık ki gittikçe çoğalan ve içine mafyatik tavırların karıştığı görgüsüz pesbaye aşağılık banal tavırlar sergileyen şımarıkların makamları, ekranları doldurduğunu görüyoruz ki bu durum cumhuriyetten bir sapmadır. Böyle giderse varacağı sonuç cumhuriyetin düşüncede ve ilkelerde yıkımı olacaktır.

Cumhuriyet dünyanın önüne sosyal devletin ilk somut örneklerinden birini koymuştu. Taa 1930’larda kurulan fabrikalarda çalışanlar için kreş dispanser yemekhane mutbak dinlenme tesisleri sinema ve spor salonları oyun alanları park ve lojmanlar yapılmış, toplu taşıma hizmeti sağlanmıştı.

Cumhuriyet döneminde barış tesis edildi, savaşsız geçen 100 yıl bizim tarihimizde bir rekordur. Bu sürede ülke yeniden kuruldu. 1936 Montrö anlaşmasıyla boğazlar, 1939’da Hatay, 1974’te Kıbrıs kazanıldı.

Atatürk bir öğretmendi felsefeden coğrafyaya tarihten geometriye tarımdan mimariye kadar bilimler yelpazesini içeren 4000 kitap okumuş kitaplar yazmış bir liderdi. Öğretmenlik yeteneğini sadece ziyaret ettiği eğitim kurumlarında değil Çankaya’da kurulan akşam sofralarında davetli ilim Irfan sahibi aydınlarla akademisyen hocalarla hergün bir başka ülke sorununu ele alır, fikir sorar, alternatif ve karşı görüşleri tartıştırır ve bu istişarelerde danışmalarda faydalı yeni fikirler gelişirdi. Çankaya sofrası aslında bir kürsü bir tefekkür (fikir alış verişi) masasıydı.

Bu insanlar için kudret padişahın çevresinde gördükleri saltanat ve âlâyişten (gösterişten) ibarettir. Burada gördükleri sadeliği iltifata şayan bulmazlar. Saltanatla Cumhuriyet arasındaki bir fark bir başkalık da budur. Biri gösterişi diğeri sadeliği yalın değerleri benimser barındırır Cumhuriyetin mesajları teorisi öğretisi her kesimden halkın kolayca anlayacağı sade yurttaşları hedef alan sadeliği yalınlığı arı duru açık okunaklı olmayı önceler. Arabesk karmaşa barok figürasyonlar illüzyonist şekil ve enk sarmalları cumhuriyet mesajlarında yeri yoktur bu tür arabesk karmaşık ekspresyonların Cumhuriyet afişlerinde yasılarında yer verilmez Atatürk’ün; “Cumhuriyetin temeli kültürdür” sözü bu ana ilkenin ifadesidir. Bu söz aynı zamanda Cumhuriyet gösteriş alayiş demek değildir alamına gelir bu söz eski tabirle manayı muhalifini (karşı anlamını) da ifade eder, kendi içinde taşımaktadır.

Cumhuriyetin mirası en büyük mirası bize bıraktığı rasyonalite (akılcılk) mantık bilimsel düşünce ve eşit vatandaşlık kavramıdır. Kaderciliği kaldıran uğurlayan aklı önceleyen yeni bir hayat anlayışı getirmesidir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir ilkesi bunu en veciz şekilde dile getiriyor.

Cumhuriyet devletle vatandaş arasında yer alan mutavassıt (aracı) kişi ve kurumları aradan çıkardı Tarikatlar vakıflar cemaatların kontrolundaki medreseler yabancı okulları kapatıldı geri kalanlar da denetim altına alındı. Toprak ağalığının (feodal yapının) kaldırılmasında başarılı olunamadı.

Yabancı kontroluna kaptırılan limanlar antrepolar gümrükler, yolcu ve yük nakliyatı (kabotaj hakları) geri alındı.

Cumhuriyetin mirası en büyük mirası bize bıraktığı rasyonalite (akılcılk) mantık bilimsel düşünce ve eşit vatandaşlık kavramıdır. Kaderciliği kaldıran uğurlayan aklı önceleyen yeni bir hayat anlayışı getirmesidir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir ilkesi bunu en veciz şekilde dile getiriyor.

Cumhuriyet devletle vatandaş arasında yer alan aracı kişi ve kurumları aradan çıkardı Tarikatlar vakıflar cemaatların kontrolundaki medreseler yabancı okulları kapatıldı geri kalanlar da denetim altına alındı. Toprak ağalığının (feodal yapının) kaldırılmasında başarılı olunamadı.

Cumhuriyet milli ekonominin teşebbüs-ü ferdi (Özel teşebbüs) ve devlet tarafından birlikte ayağa kaldırılmasını öngörüyordu. Bunun için sermaye sahibi şehirli burjuva sınıfı oluşmasının yolu açıldı.

Cumhuriyet bir anlamda 1830 larda askeri mühendishanelerin açılmasıyla yeniçeriliğin kaldırılmasıyla başlayan mektepli medreseli kavgasının 90 yıl sonra siyasi eyleme dönüşerek sonuçlanmasıydı

Imparatorlukta geçerli inanca dayalı millet kavramı cumhuriyetle tam bir anlam ve tanım değişikliğine uğradı millet imparatorluk dönemindeki mefhum dini cemaatları inanç ve kilise birliğini temsil ederken cumhuriyet döneminde ayrı ayrı etnisiteleri bir aynı kültür tarih siyasi coğrafya yaşam şemsiyesi altında toplayan natıon kavramına evrildi.

Cumhuriyet sadece savaşlarla kurulmadı Cumhuriyet askeri olmaktan daha çok bir kültür olayıydı. Bunu en iyi bilen büyük Mustafa Kemal Paşa, harf inkılabını yaptı.

Ekonomide eğitimli kadrolara duyulan ihtiyaç bu kadroları eğitecek çağdaş eğitim kurumlarını gerektiriyordu– tevhidi tedrisat (eğitimin birleştirilmesi) yasası bu amaçla Kabul edildi ve kesinlikle kaçınılmaz bir iyileştirmeydi. Cumhuriyet bir askeri zaferin başarının getirdiği bir siyasi rejim değildir (Napolyon Avrupa’da zaferler kazanınca kendini imparator ilan etmişti). Askeri başarı Cumhuriyet yolunda atılan adımlardan sadece biridir. Cumhuriyet bir uygarlık bir medeniyet bir çağ aşımı, bir rönesans projesidir bir değil bir çok nedeni vardır.

Cumhuriyetin ilanı başlangıçtı. Elbette hiç kimse her şeyin bir gecede değişeceğini beklemiyordu Cumhuriyet uzun soluklu bir ulusal koşunun başlangıcıydı. Bu yarışa insanlar Cumhuriyetin anlamını ve amacını anladıkça idrak ettikçe katılacaktı kimileri bir süre direnecek hatta isyan edecek ama yüce manayı anladıköa anladıkça idrak ettikçe bu uygarlık yürüyüşüne katılacaktı o yarış zaman zaman sıkıntılı olabilecek ama sonunda mutlak kazanılacaktı. Aynı Avrupa’da Rönesansın benimsenmesinin yüz yıl sürdüğü gibi bir süreç yaşanacaktı.

Atatürk Türk kadınlarının fıtraten ırksal olarak Türklerin Müslüman olmadan, Arap adetlerine yakınlaşmadan önceki orta asya Türklüğünün bozkır hayatında hanlıklarında yaşadığı erkeğiyle eşit kaç göç olmayan ve gereğinde liyakatıyla budunun başına geçiren Türk geleneğine dönüşünü öngörüyordu kadın hakları bu mertebede bu anlayışın ışığında ele alındı.

1923 İzmir iktisat kongresinde tarımı önceliyen özel teşebbüsü teşvik eden karma ekonomi modeli cumhuriyet ilanından önce belirlenmişti.

Göç yolda kurulur Türk atasözü uyarınca Cumhuriyet 1923 te uygarlık yoluna koyuldu. Cumhuriyet kervanı 100 yıldır yolda kurulmaya devam ediyor ve muasır medeniyet düzeyini yakalayana kadar devam edecek. Arada bir bu kervana haydutlar ve düşmanlar saldırsa, etimizden et koparıp canımızı actsa da bu yürüyüş sürecek.

İş bankası kurularak milli bankacılık başlatıldı mali kaynak yaratmak için adım atıldı şeker fabrikaları, Sümerbank, tekstil sanayi, madencilik alanında MTA ve Etibank, ulaştırmada THY kuruldu.

Çağdaş bilimde teknolojide yaklaşık 200 yıllık bir gelişme evresini kaçırmış olan Türkiye aradaki farkı kapatmak kaybedilen zamanı yakalamak yarışa arkadan gelerek yetişmek zorundaydı bu yarışa katıldıktan sonra sürekli değişime yeniliklere de ayak uydurmak gerekti bunu gerçekleştirmek yüksek erk ve inanç sahibi gençliğin katılımını zorunlu kılıyordu toplumu bu derece hızlı ve sürekli bir koşuya kaldırmak çok köklü bir eğitimim reformuyla ancak mümkün olabilirdi tevhidi tedrisat kanunu bunun için yasalaştı.

İstiklal Savaşı ister istemez iç kaynaklarla finanse edildi böyle bir savaşta kimseye borçlu kalmamak ilkesi gözetildi millet aç kaldı vaz geçmedi kimseye minnet etmedi bu sayede Lozan’a başı dik olarak gidildi Lozan heyetinin dağarcığında çantasında ne varsa hangi argüman hangi milli istekler varsa hepsi milletin kanı ve canı pahasına kazanılmıştı bu artılar için hiç kimseye mudana edilmemiş boyun bükülmemişti devletin borcu sadece tekalüfü milliye yasasıyla Türk milletinden alınan borçtan ibaretti savaşta kendi yağımızla kavrulmuş kendi rüzgarımızla harman olmuştuk Rusya’dan sağlanan silah ve cephane için para ödenmedi ama alınan harp malzemesinin bedeli Rusya’yla yapılan ve her iki devletin de hayati çıkarlarını gözeten çok zorlu pazarlıklarla ödendi karşılıksız kalmadı.

Atatürk’ün vizyonundaki Cumhuriyet 1945 ten itibaren adım adım eksiltildi. Medeniyete yürüyüş aksadı yarım kaldı. “Herşeye rağmen moderniteyi benimsemiş olan halkımız artık bundan asla vaz geçmeyecektir”. 

Cumhuriyetçilere en çok ümit veren milletin yüreğinde yaşayan bu genç duygunun varlığıdır. Bu yüksek hissiyat Cumhuriyetin hem taa kendisi hem de teminatıdır.

SON

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page