BÜYÜK YAĞMUR “Bir Bolaman Hikâyesi”
- Osman Kademoğlu
- 7 gün önce
- 14 dakikada okunur

O yıl bahar olağanüstü bir sıcakla başlamıştı, güneş her zamankinden daha çok yakıyordu. Bolaman'ın nemli havası gitmiş yerine kuru çöl havası gelmişti. Ha bugün yağacak ha yarın derken beklenen yağış bir türlü gelmedi, ilkbahar ve yaz boyunca Bolaman’a gökten bir damla su inmedi. Dile kolay, nisandan eylüle yağmursuz beş ay! O yıl dağlarda, meralarda, kırlarda genizleri dolduran bahar geldi diyen rayihalar, ıtırlar olmadı, reyhanların sümbüllerin boynu büküktü her bahar açan sayısı bellisiz çiçeklerin rengi özlendi, çiçek kokulu rüzgârlar esmedi, kelebekler arılar pervaneler konacak çiçek aradılar. Yonca, ısırgan, galdirik, mendek, melücen, kirmit, sakarca, yarpuz, pirpirim ne bitti ne bitmedi. Yaprağı, çiçeği, soğanı, yumrusu, kökü, yenilen sebzeler ya kurudu ya da hiç açmadı. İnekler, camışlar, atlar taze ot yerine sarı saman yediler.
Yeşil ot yemeyen mallardan sağılan sütün tadı kaçtı. Dağlarda çam kütüğünden su olukları, çatılarda çörtenler, yollarda telgraf direkleri çatladı, Kumsalda çekili duran kayıkların armozları aralandı, yaş odunlar kurudu kolayca yandı, yel estikçe topraktan kalkan toz insanların yakasından yeninden içeri giriyor tenine yapışıyordu, Tırpana, çapaya, oduna, çalıya, ot biçmeye, alafa gidenlerin otlamaya mal götürenlerin yüzleri, elleri, kollarının açık kalan yerleri güneşten karardı o yıl Bolaman gızlarının gün yanığı güzelleri çoğaldı. Bahçelere tırpana, keşfe gidenler başlarına beyaz mendil bağladılar, Kale’ye cuma pazarına gelenler tahta saplı beyaz hacı şemsiyelerini açtılar. Ne üzümler oldu o yıl ne asmalar yapraklandı, kahveönü çardakları gölgesiz kaldı.
Pencerelerde kırık camlardan, döşeme tahtalarının arasından, budak yerinden, kiremit mertek altlarından, tavan arasından, kapı eşiğinden, bacadan içeri toz giriyor evde eşyalar tozlanıyordu. İnsanlar rüzgâra sırtını dönerek konuşuyor yoksa dili damağı kuruyordu. O yaz karadan denize doğru esen kıble ve lodosla deniz hare hare, çizgi çizgi açığa sürülüyor, karadan uzaklaşan sulardan kıyıda deniz kısalıyor kumsal uzuyordu. Bolaman’da koca Karadeniz’in azaldığı yıldı. Dağlarda, merada, yeşil gölgeliklerde, yosunlu kayaların kuytularında saklı, yerini sadece Bolaman köylülerinin bildiği dünyanın en güzel sularının içildiği puarlarda (pınarlarda) bile su eksilmişti. Bir içim su için diz kırıp çömelip avuç açıp, olmadı eğilip toprağa yüzükoyun, yanağını puarın ipek yosunlu taşlarına yaslayıp topraktan sızan suyu sabırla beklemek gerekti.. Garipöldüren çeşmesi de bir garip olmuş dört kurnasından üçü kurumuştu. Çalış, Ilıca, Bolaman ve Elekçi ırmaklarında su çekilince boylu boyunca meydana çıkan beton ayaklı köprülerin sudan yüksekliği arttı. Artık Bolamanlı çocukların köprü üstünden attıkları oltalar suya erişmiyor, kancasına balık ilişmiyordu. Irmak kenarında yaşayan gödenlerin yurdu kurudu. Gece gündüz duyulan vıraklamaları kesildi. Eskiler “Gödenler susarsa kıyamet kopar” derlerdi. Bolaman’da bu inanca sadık insanları bir korkudur aldı, namaz kılanlar, dua edenler çoğaldı. Suyu azalan Çalış rmağının yatağı koca yuvarlak dere taşlarından ve iri çakıllardan ibaret kaldı. Devrent yanında Çalış ırmağının ayağında çocukların kayık yüzdürdüğü suyolu daraldıkça daraldı ip kadar inceldi. Öte yanda Kale’nin doğusunda akan Goraz Deresi de küstü. Bolaman Bolaman olalıberi çağıl çağıl çağlayan, yükseklerden aşağı taştan taşa atlayan, gürül gürül gürültücü, milyonlarca mısır danesini un eden sayısı bellisiz değirmeni döndüren koca dere o yıl susuzluktan dertli, derin ve durgun taş gözelerden ibaretti. Goraz deresinin denize akan ayağının önü çakıl yığınıyla kesildi. Yağyakacağa gidenler artık paçalarını sıvayıp pabuçlarını ele almadan ayakları ıslanmadan kuru dereden geçiyorlardı. Kestane, meşe, kızılağaç, akasya, ıhlamur, kavak, kayın, karaağaç, kiraz, gürgen ve ceviz yapraklarının derin yeşili soldu, su taşıyan sapları, damarları boşaldı canı kaçtı. Böğürtlenler kadid oldu, elmalar, armutlar cılız cücük kaldı, kirazlar tatlanmadan, dutlar, incirler ballanmadan kurudu. Bahçelerde maydanozdan karalahanaya, bostandan domatese fasülyeye, kabağa sebzeler yeşillenmedi, yapraklanmadı. Fındıklar tam da iç bağlayacakken fındık olacak tomurcuklar suya doymadan sadece ateş topu güneşten ışık ve ısı alarak yanık kavruk kaldılar. Üstüne üstlük ağustos ortasına yakın başlayan gündüz gece günlerce aralıksız esen kuru sıcak kıble rüzgârı yeşil ne kaldıysa olancasını toza toprağa beledi. Yol kenarında arabaların kaldırdığı tozdan yapraklar ağaçlar toz sarısına döndü. Havada nemin yerini toz aldı. Sade bitkiler mi, toprakta yaşayan cümle maklavat (Bolaman köylüleri mahlûkat –yaratılmışlar- yerine maklavat derlerdi). Bolaman toprağında mevcut kanatlı kanatsız ayaklı ayaksız, yürüyen, uçan uçmayan böcekler, örümcekler, karıncalar, kertenkele, kırkayaklar, tırtıllar, pervane böcekleri, elma ve kiraz kurtları, karnının üstünde kayan yılanlar, kazlar, ördekler, uzun kısa gagalı, tüyleri renk renk, çeşit çeşit ötüşlü kuşlar, gödenler, koyun, keçi, inek, camış, at, eşek, katır, tavşan, kedi, köpek, tilki, fare, kirpi bunlara bir de insanları ekle say ki denizdeki balıklardan, golibiceklerden, akkuşlardan başka Bolaman’ın bütün sakinleri tüm hemşerileri boyu posu cismi cürmü kadar, kimi az kimi çok suya muhtaç canlılar kuraktan nasibini aldılar. Kuraklığa bir taflanlar bir defneler bir de çamlar direndiler yapraklarındaki yeşili ne sıcağa ne de yele vermediler.

Ağustosun son yarısıydı, kuru dalları, dikenleri, çalıları, kumsalda kumları, yerde toprağı, gökte bulutları, geceleyin ay ışığını bile sürüp uçuran yaman bir kıble rüzgârı esiyordu. Çatlayan topraktan kopan sarıdiken yelin önünde sürüklendi, bir ikindi vakti Kale çarşısına geldi. Sarıdiken yaşlıların kavlince susuz kalan toprağın insanlara gönderdiği bir kara haberdi. Kahvehane önünde oturan yaşlılar sarıdikenin gelişini kötüye işaret saydılar. Aralarında konuştular, hocalara danıştılar, sonunda karar verildi yağmur duası yapılacaktı. Cuma namazından sonraydı hoca cemaata çağrı yaptı yağmur duasına çıkılacağını duyurdu. “Ey cemaat-ı müslümin cumayı kıldık hamd olsun bir fârizeyi yerine getirdik amma şimdi üzerimize düşen bir başka vazife daha var ona katılmanın da sevabı büyük, bu duadan hâsıl olacak rahmet hepimize gerek, bu duayı sadece insan değil in ve cin dâhil bütün mahlûkat ve dahi cemâdat dağ taş toprak ot ağaç ırmak bizden istiyor zira bunların cümlesi rahmete muhtaç ve susuzluktan bîaman kalmış imdat yok mu diye feryat etmekte ” dedi.
Yağmur duası farz değil bir sünnetti. Duanın yapılacağı yer yerleşim yerinden uzak olacak, oraya yürüyerek, yorularak, yayan gidilecekti. Allah acısın, merhamet etsin diye yoksullar, yetimler ve öksüzler de duaya katılacak, mümkünse yırtık yamalı giysiler giyeceklerdi. Cenab-ı Hak sesimizi duysun işitsin, ille de toprağa yönelen ellerimiz apaçık, aşikar görünsün diye (yeri yüksekliği gökyüzüne daha yakın sayıldığından mıdır nedir?) yürüyen kalabalık rahmetli Orhan (Hazinedar) beyin ıssız ve geniş harman yeri Omalli (Ömerli) düzüne kadar yürüdü. Kalabalık orada durdu. Duanın açık alanda yapılması; meyvaların, mısırların, fındıkların, ağaçların, insanların, ineklerin, koyunların, atların, kuşların, tavukların yeyip semirdiği et olan süt olan yumurta olan, akıl ve zeka olan yeşil yeşil, boy boy otların ve diğer bütün börtü böcek, kuş köstebek Allahın yarattığı, sevip kolladığı cümle mahlukatın yapılan duaya şahit olması, işitip duyması ve amin demesi içindi.
Yağmur duasına Çalış ırmağının kenarında, bir yanı akarsu, bir yanı orman, gökyüzüne bakan apaçık koca meydan Omalli harman alanı en uygun yerdi. Dua ve amin sesleri oradan semâya yükseldi. Köylüler kıbleye döndüler, namaza durur gibi ayakta durdular, öne uzanan ellerinin ayası toprağa dönük, iki elin parmakları yağmur damlalarına düşeceği yönü göstermek için yere yönelik. İnşallah yağacak yağmura, gökten inecek suya salık verdiler, gökte dolaşıp duran ama her nedense bir türlü yere inmeyen küskün su danelerine yol gösterdiler. Aslında işin özü yalnız ve ancak yaradana açılan ellerle Allah’a yakaran dillerle yağmur duası yapıldı, Cenab-ı Hak’tan rahmet istendi. Palazlı’da, Buhara'da, Bozdoğan’da, Yalıköy’de, Medreseönü’de birer gün arayla peşpeşe üç gün yağmur duası yapıldı ki birlikten kuvvet ve toplu duadan bereket doğsun hasıl olsun Hak taâla sesimizi duysun duamız makbul olsun. Akşamüstü duadan dönen Kaleliler yorgun ama mutluydu görevini yapmış olmanın iç huzurunu yaşıyordu bundan gerisi tanrıya düşüyordu. Millet ümitle bekledi yağmur gelecek diye ama gelmedi, değişen birşey olmadı, Bolamanlılar yağmur dualarının tutmadığına tanrı nezdinde kabul olmadığına küstüler. Duaya katılan bu kadar kalabalığın içinde ehli hak bir kul yok muydu ki tanrı bir o kulunun hatırı için olsun rahmeti niye göndermedi diye düşündüler, kederlendiler, gizli gizli sitem ettiler, günahımız meğer ne kadar çokmuş dediler.
Oysa doğada gizli, insanların bilmediği, öğrense şaşıracağı birçok sır, birçok bilgi saklıydı, bunlar keşf edilmeyi, aranıp bulunmayı, okunup öğrenilmeyi bekliyorlardı. Tabiat ananın herbir işinde tanrının hesabı ölçüsü yasası başka başkaydı, bulutlarda yüklü su buharı doygunlaşmadan, gerekli fizik koşullar oluşmadan yağmur yağmayacaktı. Kıble rüzgârı amansız aralıksız sürüyor hava zemberek gibi kurum kurum kuruluyordu. Kuru hava insanların ve diğer bütün canlıların ve hatta cemâdatın ağacın taşın toprağın tellerini kopmadan gerebileceği son kerteye kadar germişti.
Kuraklığın umulmadık iyilikleri de oldu; nemsiz sıcak havada derisi iyice gerilen davullar düğünlerde o güne kadar duyulmamış en yüksek tınıda vuruyor davulun sesi sade uzaktan değil yakından da hoş geliyordu. Bolaman’da bayramların düğünlerin olmazsa olmaz iki adamı zurnacı Şerif Emmi’ye ve davulcu Tava’ya sorsan “Bu yıl davul bir başka sesleniyor” derlerdi. Bir başka iyilik; Kale’nin rutubettli havasında kurumak bilmeyen çamaşırlar iplerde çabucak kurudular. Tuzluktan akmayan ıslak tuzların nemi uçtu, tuzlar kurudu tuzluktan akar oldu artık Kalelilerin de tuzu kuruydu(!). Kuru hava hergün sabah erken ve akşam gün batarken konağın arkasına (Galezyanı’na) giden taşlık boğazın deniz tarafında peyin üstünde oturup dinlenen Kale’nin ebesi Fatma Nene’nin (Fatma Şimşek) ve de Mecit ağabeyin (Mecit Ergün) annesi Emine Nene’nin romatizmalarına iyi geldi, altın sarısı tel çerçeveli gözlüklerinin ardından bilge bakışlı Fatma Nene’nin ve Emine Nene’nin diz ağrıları dindi.
O yaz geceleyin gökyüzü Bolaman’da hiç olmadığı kadar güzeldi. Kuru nemsiz çöl havasından yıldızlar ve samanyolu o kadar berrak o kadar ışıklıydı ki sanki yıldızlar yere yaklaşmış, sayıları çoğalmış, geceler nurlanmıştı. Bu kadar uzun süre bulutsuz yalın mavi gökyüzü Karadeniz ikliminde görülmemişti. Gök kıyamet gününe kadar ebedi mavi kalacak sanıldı. En küçük bir bulutun esamesi okunmuyor, gökte izi yerde gölgesi görünmüyordu. İhtiyarlar, hocalar, zürrâlar (çiftçiler) yeri unutmuşlar akılları hep göklerdeydi sabah akşam semayı gözlüyorlardı. Başka zamanlar göklerle bu kadar uğraşsalar gökbilimci (astronom) olurlardı.
Uzun sözün kısası millet rahmet bekliyordu. Yağsın da ne kadar yağacaksa o kadar yağsın, ister çise düşsün, ister yağmur, ister sağanak, hatta gök delinip tufan gelse razıydılar neredeyse. Ve TUFAN geldi. Bir gece yağmuru unutmuş ve derin uykuya dalmışken Kale, birden karanlık kuzey ufkunda çok uzakta ufku, bulutları ve denizi gündüz gibi aydınlatan şimşekler çaktı sonra beş aydır sessiz duran gök çatırdadı...

O yıl gökten yere bir damla su düşmeden yaz geçti mevsim eylüle erişti. Avrul dokuzu fırtınasından bu yana beş aydır kavrulup duran Bolaman toprağı ağustosta boğazlı yün kazak giymiş adam gibi bunalmıştı. Aşağı kahvenin önünde tefekleri sararmış kuru çardağın altında oturan Goloğ Mehmet dayı başındaki kasketi geriye yıktı, serinlemek için yakasız gömleğinin ilk üç düğmesini açtı.
“Bu ne kurak yavu camışlara yatacak su galmadı Bolaman çöl oldu çöl yukarıdaki (tanrı) sabrımızı sınıyor herhal” dedi. Gür saçları dağınık, elleri pantolonun yan cebinde havayı gözleyen Yusuf Yeşiltaş “Öyle masmavi durduğuna bakma bu hava bi çakallık edecek emme zamanını bilemem baa galırsa havada yağmur kokusu var“ dedi. Goloğ Mehmet sesli sesli güldü “La Yusuf bizimle gönül eyleme yağmurun kokusu mu olurmuş yağmurun kokusu varsa o da yağdıktan sonra tüten toprak kokusudur biz onu çoktan unuttuk ya sen nerden bildin” dedi. O yaz Karadeniz ikliminde olmayacak bir iş olmuş insan bulutun kadrini gıymatını bilmiş dahası buluta hasret kalmıştı. Aslında bulut kimsenin umuru değildi toprak rahmet bekliyordu. Yağsın da ne kadar yağacaksa o kadar yağsın, ister çise, ister yağmur, ister sağanak, boran hatta gök delinip tufan gelse razıydılar neredeyse. Ve TUFAN geldi. Bir gece yağmuru unutmuş ve derin uykuya dalmışken Kale, birden karanlık kuzey ufkunda çok uzakta havayı ve denizi gündüz gibi aydınlatan şimşekler çaktı sonra beş aydır suskun duran gök çatırdadı.
Konakta büyük odada uyuyan çocuk yüzüne düşen su damlasıyla uyandı. Vakit sabaha karşıydı, idare lambasından yayılan cin ışığı ancak bir karış öteyi ışıtıyordu büyükoda karanlıktı. Dama vuran yağmurun sesi odanın içine düşen damlaların tıpırtısına karışıyor, rüzgârın uğultusunu, denizin çağaltısını bastırıyordu. Rüzgârın çatıdan alıp yere çaldığı antika Yasun kiremitlerinin boşluğundan konağın içine damlayan yağmur eskilerin âfat dedikleri türden gökten toprağa yağan değil taşan, taşan değil coşan, gökten yere çizgi çizgi, sicim gibi, sicim değil urgan gibi inen, lenger lenger boşalan, taflan kadar iri, dolu kadar diri, halkın sonradan büyük yağmur dediği âfat geldi çattı. Pencere kenarından tahta aralarından içeri esen rüzgâr idare lambasını söndürdü. Karanlık büyükoda ard arda çakan şimşeklerden akan parlak mı parlak kocaman geniş gümüş bir ışıkla aydınlandı, say ki gökteki ay yere inmiş Bolaman’a konmuştu. Kale sabaha karşı çakan çatlayan şimşeklerin çelik pırıltılı ışığıyla uyandı. Gözleri kamaşan çocuk uyku mahmurluğunu çabucak attı. Işığın her çakışında büyükodanın başka bir ayrıntısı, tavanda budak delikleri, korent başlı kolonları, kolon başlarında bacası kara dumanlı, yandan çarklı gemi resimleri, revaklı giriş holu, yer yer dökük sıvannın ardında bağdâdi çıtaları, dolapların çarkıfelekli, çiçekli oymaları, dövme çivi başları, uçuk al kırmızı ve pervazı solgun tirşe yeşili iki kanatlı kapı, sürgülü demir kilit, menteşeler, bronz şakşaklar, büyükodanın kemerli yuvarlak nişi, nişte zeytin yeşili vazo hakiki Çanakkale işi, ahşap oymalı lambalıklar, ocağın iki yanında fincanlık gözler, mobilyası gomalak cilalı sahibinin sesi gramafon, sarı pirinçten kulpları ayyıldız ayaklı bakır mangal, tavanda içi altın yaldız sıvalı Murano cam küre, kalker mercan iskeleti, sırtı yazılı kitap ciltleri, ocağın isten kararmış ateş yeri, oymalı taş davlumbaz, konağın büyükodasını çocuğun sanrı dünyasında (muhayelesinde) büyülü, gizemli kılan ne varsa herşey ard arda çakan şimşek aydınlığında apaçık görünüyor her çakışta odanın başka bir ayrıntısı ışıyor, her ışıma yeni bir bilgi taşıyordu. O gece şimşek ışınımında büyükodanın esrarı çözüldü. Çocuk o ana kadar hiçbir şeyi böyle elifi elifine, noktası noktasına, çizgisi çizgisine, en ince ve en nice ayrıntısına kadar apaçık net görmemişti. Göz alan ışık sanki yeni bilenmiş bir kılıçtan yansıyor her parlayıp sönüşünde aydınlattığı cisimleri dilim dilim kesiyordu. Çocuk kamaşan gözlerini kapadı. Arada saniyeler geçti geçmedi gözlerini açtığı zaman bu kere doğa bambaşka bir tutkuyla geldi. Büyükodanın büyük tavanı gök gürlemesiyle sallandı karanlıkta patlayan KOCA SES le ikiyüz yıllık yapının tavanı esnedi sonra geri geldi düzeldi, çok yakın bir yerde ard arda birkaç top birden patlamış gibi dehşet ötesi bir ÇATIRTI koptu ve bir sessizlik oldu aslında bu sessizlik değil geçici bir sağırlıktı yakın bir yere yıldırım düşmüştü ve oluşan büyük sesten çocuğun kulakları duymuyordu, sanki gökten bir çalar saat inmiş başına konmuş sürekli çınlıyordu. O gece sabaha karşı önce ışıkla sonra sesle sınanan çocuk korku duvarını aştı cesaretle tanıştı. Artık Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun kitaplarında okuyup öykündüğü kahramanlar kadar cesurdu. O gün Bolaman kalesiyle, konaklarıyla, evleriyle, köprüleriyle, kayıklarıyla, doğa güçlerine yağışa, rüzgâra, şimşeğe, yıldırıma, sele karşı direniyordu. Karanlıkta yere koşut şimşekler çakıyor kabına sığmayan elektrik buluttan taşıyor, akışıyor, yıldırım olup boylu ağaçlara, sivri kayalara, telgraf direklerine düşüyordu. Gökyüzünden yeryüzüne yüz yıllık çınar kökleri gibi dallı budaklı, zikzaklı, kırık, çatal, düz, çizgi çizgi, helezon, yuvarlak, yumruk yumruk, nokta nokta elektrik karanlıkta ışıktan izler bırakarak, bir anlık resimler çizerek buluttan yere akıyordu. Benim çocuk aklımca Kale’ye ilk elektrik o sabah geldi Kale o gün o büyük âfatta elektrikle tanıştı. Bakır tellerle gelen değil gökten inen elektrikle. Gökyüzü “Ey Bolaman sen elektriğe kavuşmakta geciktin geri kaldın, al onu ben sana verdim” diyordu. Her şimşek çaktıkça binlerce derece ısınıp genleşen hava kitlesinin yer değiştirmesiyle oluşan gök gürlemesinde konağın tavan tahtaları, penceresi, döşemesi, kapısı dipten doruğa sallanıyor orta masasının üstünde tabağa kapatılmış cam bardaklar titreyerek birbirine vurup çarpıp çınlıyor duvarlarda asılı hüsnü hat (güzelyazı) tablo, altın yaldızlı barok çerçeveli ayna sallanıyor, yerinden kurtulup düşecek gibi oluyordu. Yıldırım düşmesine karşı önlem alan babam Herofon marka pilli radyonun şartelini indirdi. Bütün aile uyanmış akan çatıya karşı ev halkı seferber olmuştuk. Konağın her yanı damlıyordu. Yatak yorgan koltuk kanepe dahil tüm eşyaları ıslatan damlalara savaş açmıştık. Babam Tahsin Bey, annem Şerefnur Hanım, ağabeyim Argun, ablam Tomris, kardeşim Mahmut, sevgili Nesrin, dedemin kâhyası bizim Sütbaba diye çağırdığımız Doğan bey (Rasim Doğan) herkes evin içinde sağa sola neresi damlıyorsa oraya bir kap yetiştirmeye koşuşturup duruyordu. Evin büyüğü Ziyneti anne (annemin halası Ziyneti Kalfaoğlu) demir karyolasında oturduğu köşeden bir elinde birinci sigarası tüten ağızlığı bir elinde kızları çağırmak için kullandığı zil, yüzü endişeli ama yanakları gülümser, bakışları muzip, dudakları kıpır kıpır dua ediyordu. Damlaların altına kâh kalaylı pırıl pırıl, kâh kalaysız kızıl bakır kap kacak bakraç, kazan tencere kuşhane tepsi tava sahan hamam tası, kâse, çanak, bardak, leğen, lenger, mutbakta rafta, dolapta ne varsa kondu, yatak yorgan yastık döşek minder ve kıtıklar toplandı damla düşmeyen köşelere yığıldı istif edildi, yerde serili halılar kilimler kıvrıldı katlandı, eşyaların üstüne semsiyeler örtüler açıldı, çok damlayan yerlere suları çeksin diye silekler bırakıldı. Gün ilerledikçe ortalık aydınlanacağına kara bulutlanan gökyüzü daha çok karardı sanki gündüz gece oldu. Öyle ki konakta gaz lambaları yakıldı.. GÜM GÜM GÜM GÜM birden konağın kapısı çalındı babam elfeneriyle taşlığa indi mandalı kaldırıp kapıyı açmasıyla karayelin iteklediği koca kapı ardına kadar açılıp duvara dayandı. Çocuk taşlığa inen merdivenin son basamağında durmuş olanları seyrediyordu. Gelenler başında peştamalıyla annemin çocukluk arkadaşı Çavuş Fadime (Fadime Özdeniz) eşi Paşa Alisi ve Medreseönü’den Keskin Şükrü Reis (Gebeşoğlu Şükrü Doğan) üç dost üç can “âfat günüdür insan insana muhtaçtır ” diyerek konağa yardıma gelmişlerdi kapı açılmayla içeri sığındılar sığınmasına ama bir kere açılan kapıyı kapatmak ne mümkün bir yanda var gücüyle karayel rüzgârı bir yanda üç adam; babam, Paşa Alisi ve Keskin Şükrü Reis kapıya omuz vermiş yükleniyor, doğaya karşı üç insan bir konak kapısını kapatmak ya da açık tutmak için inatlaşıyordu. Ağır mı ağır, kalın mı kalın meşe kütüğünden koca kapı bir o yana bir bu yana gidip geliyor tam kapanacak derken rüzgârın itmesine direnen üç adamı geriye atıp yeniden ardına kadar açılıyor. Açılan kapıdan olanca yağmur içeri taşlığa yağıyordu. Usta yelkenci Şükrü Reis her sefer geriye itildikçe evvel eski yelkencilikte rakibi olan ve denizde hep üstesinden gelip yendiği rüzgâra karada yenilmeyi kendine yediremeyip derin dâvudi sesiyle ÂFAT YAHU ÂFAT DAA! Diye bağırıyordu. Öğüsgarla (Bolaman’da rüzgâra öğüsgâr derler) âdemoğlu arasındaki itişmeyi sonunda adamlar kazandı, konak kapısı kapandı arkasına kara demir mandal vuruldu.

Nisandan eylüle beş ay süren kuraklık Yanık Sali (Yanık Salih) dayının deyişine göre ‘nısf-ül asır’ (yarım yüzyıl) görülmemiş bir afatla noktalandı. Sabaha karşı karanlıkta ansızın bastıran yağmur âfete dönüştü Bolaman’ı sel götürüyordu. Rüzgârla bükülen ağaçlar, dallar eğilip esniyor, kalkıp doğruluyor, akasya, dut, gürgen yaprakları yerlerde sürükleniyordu. Kahvehanenin önünde dışarda unutulmuş sandalyeler masalar rüzgârda devriliyor savruluyor kimi Tâliye hanımın (Sırrı Beyin) evinin duvarına dayalı yuvarlak değirmen taşlarına, kimi taş duvara çarpıp kırılıyordu. Sokakta yeni doğum yapmış olduğu uzamış memelerinden belli olan bir dişi köpeğin ayaklarının yerden kesildiğini, köpeğin rüzgâr itmesiyle sürüklendiğini gördüm. En son bir ağacın arkasına sığınarak ayacıkları yere basabilen lohusa köpek rüzgârın elinden canını zor kurtardı. Havayı düşman gören kuşlar büzülüp tostoparlak oldu, ayaklarını karınlarına çektiler, başlarını omuz teleklerinin arasına sakladılar, kanatlarını katlayıp uçmaktan vaz geçtiler. O gün Bolaman’da kuşların kovuklara saklandığı uçmayı unuttuğu gündü. Karıncaların içtiği su gitmiş yerine can alan sel gelmişti. O gün ördekler bile sudan ürktüler. Kurşunçalı yaylasından gelecek içme suyunu dağdan indirmek için yapılan ve Kale meydanında bir köşede dizili duran beton künklerin içine saklandılar. Çeşme yalakları çamur doldu Garipöldüren çeşmesi kaç gün bulanık aktı. O zaman yollarda şimdiki gibi sık sık geçen taşıtlar, arabalar yoktu, vatandaş Meşebükü’nden, Laleli’den, Zavu’dan Kale’ye, Kale’den Güvercinlik’e, Bozdoğan’a, Yenipazar’a, Fatsa’ya, Fatsa’dan Korgan’a, Kumru’ya atla. At yoksa yayan giderdi. Yağmura yolda izde yakalanan köylüler dipten doruğa ıslak mı ıslak sudan adamlar Devrent Boğazından bu yana zor bela canını atıp selden yağmurdan kaçarak kahvehanelere sığındılar. Kimi dili tutulmuş suskun, solgun, kimi tir tir titreyen, iri iri açılmış gözleri korku dolu ve herbiri tepeden tırnağa ıslanmış cıp su görgü tanıkları yükselen taşan ırmakları, sele giden yolları, dağdan yuvarlanan taşları, yol kesen kayaları, çöken yamaçları, yıkılan köprüleri anlattılar. Irmaklar kabarıyor, taşkın ırmak yatağının iki yanına herbiri bir ırmak kadar geniş alana yayılıyor sel engel tanımıyordu. Hami beyin Ada Tarlası o gün tarla olmaktan çıktı gerçek bir ada oldu. Yükseklerde dar kayalık kanyonlarda selin derinliği adam boyunu aşıyor, denize doğru aktıkça hızı artan, çılgınlaşan sel düzlere taşıyordu. Çocuk seli o gün gördü yaşadı. Akise’den aşağı kol değil beden kalınlığında akan, yol kadar geniş ve yolu baştanbaşa, uçtan uca kolaçan eden sel ve yarı bele kadar gelen çamurlu sulardan bir umman. Konağın penceresinden bakan çocuğun gözlerinin önünde seyyal (akışkan) bir perde vardı. Derinliği genişliği ölçüsüz gökten inen binlerce ton suyla örülen, atkısı çözgüsü yağmurdan, arkasında ne olup bittiği seçilemeyen derin bir tül. 90 pencereli konağın (Şakire Hanım konağı) önünden aşağı eski Ordu şosesine inen taş basamakların üstünde diz yüksekliğinden aşkın seller akıyor toprak eriyor, toprak çamur oluyordu. Ya ırmaklar! Gövdesi bulanık ve tepeleri beyaz köpüklü dalga kıvrımlarıyla burgaçlanan sular yukarı ormanlardan yüksek köylerden yıkıp kırıp, kökünden söküp getirdiği ağaçları, dalları, kökleri, yıktığı evleri, aldığı çitleri, çelik çomak oynar gibi oradan buraya, buradan oraya atıyor Çalışlar ırmağının, Bolaman ırmağının bir kıyısından öbür kıyısına savuruyor akan su değil toprak, değil çamur sel olmuş akıyor. Selin içinde bir görünüp bir kaybolan ağaçlar, sürüklenen taşlar, türlü canlar ölü ya da diri son nefesinde sayısı bellisiz can, tilki tavşan, kuş, insan, kirpi, göden, inek camış at, koyun yılan, o gün su hayat verdiklerine düşman!! Verdiği hayatı geri alıyor, önüne katıp sürüp götürüyor. Gidenlerin son seslenişleri, melemeleri, çağırışları, son feryatları selin uğultusuna karışıyordu. Hani ana baba günü derler ya o gün gerçek ana baba günüydü. Analar babalar sele giden yavrusunu ister koyun olsun, ister tilki, ister yılan, ister insan kurtarmak elinden gelmiyordu. O âfat günü ırmakları görenler rüyalarına giren resimleri ömürboyu bir daha hiç unutmadılar. Acaba Nuh tufanı böyle birşey miydi? Büyük yağmur beş ay kurak, beş ay susuz, yeşilleri solgun, canlıları ölgün yaşayan Bolaman’da kendi özgün iklimine dönüşün başlangıcıydı. Toprakla suyun karışıp akıştığı sel olayı belki de yeni hayatların yeni yeşermelerin muştusuydu, insanlara ilk canlı hayatın suda başladığını anımsatmak için tanrı katından bir işaret? Belki de selin yarattığı büyük devinimle doğada uyanış, tazelenme yeni bir başlangıç amaçlanıyordu.
İkindiüstü önce rüzgâr sindi sonra yağmur seyreldi, dindi. Doğadan gelen seslerin arasında ırmakların uğultusu öne çıktı, bulutlar yükseldi, sokaklarda yollarda akışan sular alçaldı, azaldı sel gitti çamur kaldı. Deniz kıyıdan en az bir mil açığa kadar çamur rengiydi. Büyük yağmurda kökünden sökülen binlerce ağaç, kırılan, kopan dallar ve yiten ağaçların yurtluk ettiği sayısız kuş, böcek, tilki, yılan, tavşan, çeşit çeşit nebat ve hayvan sele kurban. Selin aldığı ağaçlarla, kütüklerle deniz ufku Çaltı Burnu’ndan Yasun Burnu’na bir kara kalemle çizilmişti. Kale’nin konakları, evleri, dükkânları bacadan eşiğe kadar suya doydu çimdi yıkandı. Duvarları ıslak, damları akan evlerden önce çocuklar çıktılar. Bolaman’da büyük yağmurda evlere sığınan, saklanan hayat yeniden başlıyordu. Çocuklar kimi çamurlu sularda oynamaya kimi gargalak toplamaya koştular. Çocuklardan sonra büyükler elde şemsiye omuzda yağmurluk, ayaklarında illâ ki bir lastik çizmeyle Odayanı’nda göründüler. Kale’de bu kadar çok çizme ve şemsiye olduğunu görse yağmur ülkesi Felemenk bile şaşardı (!). Sokaklarda çukurlar, kırılmış ağaç dalları, yıkılmış peyler, su basmış mısır çitleri. Muhtar Tonuç Mustafa emminin yardıma çağırdığı Kaleli gençler hayırına sevabına gayrete gelip avucuna tuh deyip, kazmaya küreğe sarılıp sokaklarda biriken gübürü çamuru kürekleyip aktardılar, dolup tıkanan köşeyi bucağı, tıkanan menfezleri, su künklerini, çamur altında kalan, yolu izi açtılar. Selin ardından ilk iş denizden kışlık odun toplanmaya başladı. Dize kadar paçalar, dirseğe yukarı kollar sıvandı, kayıklar, takalar suya atıldı her selin ardından olduğu gibi odun seferine çıkıldı. Kahvelerde hep sel hikâyeleri anlatıldı. Irmaklarıyla meşhur Bolaman düzlerinde köprülerin nasıl yıkıldığı, önce ortadaki iki beton ayağın devrildiği, bu köprüleri Alaman mühendisleri yapsaydı asla yıkılmayacağı, yeni yapılan beton köprülerin elden gittiği selde üstünden bir araba zor geçen eski ahşap köprünün nasıl ayakta kaldığı, yayla dönüşü sele kapılan koyun sürüsü, çatkısı muhkem yekpare durduğu halde temeli olmadığından sele giden, ırmakta akıntıyla yükselip alçalan sürüklenip kayalara vurup parçalanan ev, Zıpıroğlu kamyonunun Çalış köprüsü rampasında freni tutmayıp kayarak az kalsın ırmağa yuvarlanırken direksiyonu sallayıp şarampola yasladığının hikâyesi, yukarı köylerden birinde sele kapılan ineğini kurtarmak isterken yiten yeni gelin, izne gelen ama köyüne ulaşamayan asker, Elekçi köprüsü yıkıldığından yukarıdan dolaşan eski toprak şosede çamura batan otobüste geceleyen yolcular, gümüş kantarmalı atını azgın akışlı ırmağa sürüp geçen adamboyu suyu aşan kahraman adam Hapasapın Mustafa emmi. Daha neler neler. Aradan yarım yüzyıldan çok zaman geçti, yaşanmış olayların anıları soldu birçoğu unutuldu ama büyük yağmuru gören Bolamanlı çocuk bu doğa dersini hiç unutmadı.
SON
Yorumlar