top of page

ALİ, CUMA, YUNUS

Büyüğü Ali, bir boy küçüğü Cuma, üç numara Yunus… Meryem’ de evde, henüz bebe, beşik bebesi… Bunlar, ne Suriyeli, ne Türkiyeli, arafta çocuklar… Ali, taş çatlasa on iki, Cuma on, Yunus dokuz yaşında falan… O da taş çatlasa yani…

Bu arada, bizde ne hoş tabirler var ya, adeta can simidi… “Taş çatlasa” tabiri, koca bir paragrafla anlatabileceğini iki kelimeyle ne kadar net, keskin, kesin ve tartışmaya mahal bırakmadan anlatıyor. Bırak anlatmayı adeta betimliyor.

Güzelim Türkçe…

Şehrin içi… İçinin kıyısı… Koca koca çam ağaçlarının gölgesinde, mesire alanı, büfe, kafe, her daim temiz ve zinhar yetmeyen tuvaletleriyle bir küçük cennet mekandayız. Esasen hayattan zaman yontup da müdavimiyiz, tepemize çam kozalağı düşen buraların.

Az ötede anasının kuzusu bir çocuk için doğum günü organizasyonu… Yüzde yüz bedava barbeküyü yelleyen genç kız, sanırsın ki “Miss Turkey” e katılacak, buradan çıkıp. Pek düşkünüz süsümüze. Daha da ileride, delikanlılar “erkek erkeğe” bir pazar şenliğinde… Göbekli erkekler, tesettürlü ve de başı açık, şortlu kadınlar… Gitar çalıp şarkı, türkü söyleyenler, top sektirip, cilveleşenler… Kediler, köpekler, illa da kargalar ve denizden ara ara esen temmuz yeli…

Sevdalım hayat!

Birilerinin artığı kahvaltıya üşüşen Ali, Cuma ve Yunus kardeşler, günün hikâyesiymiş… Kahvaltıyı söyleyen şöyle bir iki tırtıklayıp, neredeyse tamamını bırakıp kalkmış olsa da artık artıktır, artık.

Açlık, kepazelik.

Hele ki o aç, çocuksa.

Hani o kahvaltı artığını çekip alsan, olmaz. Çocukları kovalasan, olmaz. Olmaz da olmaz.

En çok da tatlılara; bal, reçel, kakaolu krema, ki biz her türden kakaolu kremaya “Sarelle” deriz, saldırıyor çocuklar, elleriyle…

İlla da patates kızartması…

Üçü için patates kızartması sipariş ediyoruz, birer de meyve suyu… Çocuklar için adisyon açılınca format da değişiyor tabi. Artık Ali, Cuma ve Yunus birer müşteri.

Şu patates kızartmasını sevmeyen var mıdır acaba! Soru değil, sırf merak.

Bırak kızartmasını, patatesin her şeyini severim ki, çocukluğumda, mal çobanlığı yaparken Hamide’nin tarlasından söktüğüm patatesleri çiğ yerdim. O kadar yani.

Kahvaltı artığını silip süpürürlerken, yetersiz ve kırık Türkçeleriyle “abi, patato nerde?” diye sorup duruyorlar, sabırsız. Bir sele ekmeği ve kahvaltı tabağındaki her şeyi silip süpürdüler de zeytine hiç yüz vermediler.

Koca bir tabak patates kızartması geldi masaya, zamanı gelince, zaman “tamam” olunca. Tozlu topraklı, tırnakları uzamış elleriyle daldılar patatese, yanında, ayrı bir kapta gelen soslara bana bana…

Ali, su satıyormuş. Soğuk su. Beni de tanıyormuş, görmüş daha önce. Ben, su almamışım ama artık alacakmışım. Bu Ali, bundan sonra beni su manyağı yapar, demedi demeyin. Hayır ben de “hayır” diyemem…

Yunus, elimde oynayıp durduğum dal parçasına hâllendi “bana versene” dedi. Verdim. Hayran hayran bakıp durdu dal parçasına, çubuğa. Sonra “Henri Potter” in sihirli sopası gibi boşlukta bir iki salladı…

Cuma “yarın okul var mı?” diye sordu. “Yok” dedik. “Tatil” dedik, sanırım çok iyi anlayamadı, baktı öyle boş boş kara gözleriyle.

Bunlar, Suriye’den 2011 yılından beri mütemadiyen gelen, getirilen “sığınmacı” denen ailelerin hiçbir yere ait olmayan çocukları… Bunlar, karınları hep aç çocuklar.

Masadan masaya laf atarak sohbet açıyor, sorular soruyor Ali, pek bir sosyal ama uzun tırnakları bakımlı ve cilalı bir kız “konuşma” diye azarlıyor Ali’yi, parmak sallayarak. Ali, öylece kalıyor, şaşkın ve ürkek.

Öylece kalıyorum “cerleyen kadın” yoruyor insanı…

Evet, sosyolojik, ekonomik, politik ve psikolojik manada bir sığınmacı sorunu var. Ancak bu durumu tüm vicdani karineleri sıfırlayarak “siktir olup gidin” e indirgemek, bu bayağı yaklaşımla ırkçılığı köpürtmek isteyenlerle aynı safta olmak da istemem. Evet, sığınmacı politikası ve yarattığı sonuçlar vakadır ama diğer yandan da eşrefi mahlukat söz konusu. Karnı aç, it gibi tekmelenmiş çocuklar söz konusudur.

Sığınmacıların arsızı, hırsızı, namussuzu, canisi, ciğeri beş para etmezi tabi ki de insanlık adına nefretimizden payını alacaktır. Ancak bu paylama ulusal kimliklerinden ötürü değil karekterlerindendir… Bu karektersizlerin yarattığı sonucu genellememek gerekir ki, tüm genellemeler gibi bu da yanlış olacaktır.

Burası Anadolu, kadim medeniyetler beşiği ve bu türden nüfus hareketleriyle anlam kazanmıştır. Anadolu’nun her köşesinde bir sığınmacı, göç ve göçmen hikayesi yatmaktadır.

Bu topraklarda yaşamayı tercih eden, kader birliği kuran, kendini bu topraklara ait hisseden herkes buralıdır. Senin damarındaki kanın Ali’nin, Cuma’nın, Yunus’un damarındaki kandan farkı olmadığı gibi bir asaleti de yoktur. Biyolojik olarak tespit edilen kan grupları malumun işte, hepsi bu.

Evet, bu bir vakadır, sorundur ve çözülmelidir ama nefret diliyle, aşağılamayla, ırkçı, şoven söylem, politika ve provakasyonlarla değil… Nefret, nefreti doğurur. Rüzgâr eken fırtına biçer.

Dünyayı, sanal sınır çizgileriyle bölüp de “ya çemberin içindesin ya da dışında” arsızlığı, faşizmin başladığı yerdir. Sorunun değil, çözümün parçası olabilmektir insanlık!

 
 
 

Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
bottom of page