top of page

BAKIŞ AÇISI

ree

Bir kere gıcık oldum ya herife, nereye gitsem zart karşıma çıkıyor. O koca ağzını yaya yaya, ya birine bir şeyler anlatıyor ya da telefonda konuşuyor, bağır bağır!

“He... He... He... Yoook abicim yok! He... He... Öperim seni, he...”

Adını madını da bilmiyorum, adı batasıcanın. Ne iş yapar, hangi kapının iti, onu da bilmiyorum. Böyle kupkuru, sırık gibi bir herif. Öne doğru eğik, parantez gibi, iç bükey... O nedenle de “İç Bükey” taktım adını.

Göğsüne çaprazlamasına taktığı o küçük çantanın içine ne koyulabilir ki Allah aşkına? Cüzdan desem, çanta cüzdan kadar ya var ya yok.

Herifçioğlunun her şeyi gıcık.

Bir sigara içişi var, yeminle kırk yıllık tiryakiye tövbe ettirir. Hele o üzeri kıllı el parmakları yok mu, tarantula bacağı gibi. Bir de neredeyse tanımadığı yok koca kentte, herkesle bir muhabbet, bir muhabbet sorma gitsin. Ulan insan bu hırtta ne bulur ki?

Ey Allah’ım!

Bir insanda bir gıdım da olsa sempatik bir yan olmaz mı ya!

Yok işte!

Ben böyle kendi kendime hiddetlenip, gazlanıp dururken şimdi Allah var, İç Bükey’in öyle bariz bir aşırılığını da görmüş değilim yani.

Ağzı büyük!

Çok ve yüksek sesle konuşuyor!

Ah evet, o gözlükler!

Gözlük camları öyle kalın ki, gözleri o camların altında çoook uzaklara gitmiş, iyice küçülmüş. Artık miyop mudur, hipermetrop mudur, astigmat mıdır bilmiyorum ama her neyse, ulaşabileceği son aşamadaydı. Bir tık ötesi ölüm yani...

Belki de hepsi birdendi.

Evet evet öyle olmalı, hiçbir göz hastalığı böylesi bir gözlüğe mahkum edemez insanı, tek başına. Bunu ancak ve ancak miyop, hipermetrop ve astigmat bir araya gelip de yapabilirdi. Atos, Portos ve Aramis gibi...Bedirhan, Nazlıcan ve ben, Suphi gibi...İyi, Kötü, Çirkin gibi...Komedi dans üçlüsü gibi...

Bir ağustos öğleni, yer yerden, gök gökten yanıyor. Nem dersen kimyasal gaz gibi ne yana kaçsan seninle. Cadde öyle bir kalabalık ki sorma, göt göte herkes...Bir de trafiğe kapalı ya bu cadde, uyanık esnaf hemen kaldırıma masa sandalye , tabure, artık Allah ne verdiyse indirmiş. Zaten iki karış cadde, bir de esnafın işgali işin içine girince tam zulme dönüyor caddede yürümek.

Bu umumi ahval içinde bizim İç Bükey’i gördüm yine, her zamanki gibi zart diye çıktı karşıma, mendebur. Karşıdan geliyor, masaların, taburelerin arasından kıvrıla kıvrıla ve söylenerek.

“Ama bu kadar da olmaz be birader. Zaten dar cadde, ayıp valla...”

Türünden söylenip duruyor ya, yeminle söylüyorum ne bir küfür duydum ne de hakaret. Ona rağmen, her gün elli kilo tavuk dönerin içine yirmi kilo patates, biber katan o tavuk dönercideki göbeği heybetli, gerdanı yağlı, goril suratlı döner ustası neden öfkelendi anlamış değilim.

Olay burnumun dibinde oldu ha!

Döner ustası, sağ elindeki döner bıçağını sol eline geçirirken şöyle bir hamle etti İç Bükey’in üzerine ve homurdandı goril gibi.

“Ne diiin la ağuna godumun uşağı!”

İç Bükey, çelik direk yutmuş gibi dikilip, donup kaldı. O an nasıl olduysa, neden olduysa çıkıverdi işte ağzından.

“Aha şimdi boku yedi hırt!” diye.

İç Bükey’le ilk defa o zaman göz göze geldik. Kısacık baktı ve o bakışlar çok şey söylüyordu.

“Yazıklar olsun be! Haklı olduğumu bile bile zalimden yana oldun öyle mi? Bu mu senin hak hukuk anlayışın?”

Şimdi dilim varmıyor demeye ya, daha neler neler dedi o bakışlar...

“Tamam usta tamam, özür dilerim.” deyip, mahçup, sitemkâr uzaklaştı İç Bükey.

Öylece bakakaldım ardından. Gardım düştü. Çok utandım. Her şey henüz olup bitmişti ama olup biten her şeyi değiştirmek için artık çok geçti.

Pişmanlığa bulanmış bir utanmayla gelip geçti günler. Uzun zamandır İç Bükey’i hiç göremiyorum. Kim bilir belki de yolunu değiştiriyor beni görünce. Görmek, görülmek istemiyordur. İçimdeki o dayanaksız, sebepsiz nefreti fark etti belki de... Fark etti ve tıpkı o, eli bıçaklı döner ustasına dediği gibi “eyvallah” deyip, yoluna baktı.

Ah!

Nasıl bir hafiflikti o nefretim.

Son zehri kendine zerk eden akrep gibiydim. Kendi nefretimle kendimi yenmiştim.

Üzerinden bir aydan fazla zaman geçmişti ve zaman geçtikçe etkisi de azalmıştı, ne yalan söyleyeyim. İnsan öyle bir şey be, hatta durumu lehine çevirecek haklılıklar da bulmaya başlıyor zamanla.

“Amaaaan bana mı sordu esnafa laf sokarken?”

“Erkekse diklenseydi ya o goril dönerciye!”

“Adamın aklını sıyırır valla elindeki döner bıçağıyla“

“Peeeeh bana öyle sövecek, şerefsizim ölümü göze alır, dalarım.”

Af edersin ama bok dalarsın! Herif yüz elli kilo, her hâlinden belli feleğin çemberinden geçmiş, gözü kara. Paşa kılıcı gibi döner bıçağıyla çıkmış meydana, valla çaprazlamaya boydan boya keser ki, Allah’ın kulu alamaz elinden... Ne demişler “deliye buluşacağına dağı dolaş” bizim İç Bükey de öyle yapmıştı işte.

Eylül sonu falandı.

Eylüle dair edilecek sözler edilmiş, sosyal medya hesaplarında tüm şiirler paylaşılmış, Alpay’ın “Eylülde Gel” şarkısı hatırlanmıştı.

Şimdi ekim, olmazsa kasım...

Yeterki anlam yüklemeye meylimiz olsun.

Öğlen yemeği için arka sokaklarda, müdavimi olmasam da sık sayılacak aralıklarla gittiğim lokantaya kırıyorum rotayı.

Esnaf lokantası dediğin, küçücük bir mekâna bir iftar çadırına sığacak kadar insanı sığdırabilmek demektir. O nedenle de yanaşık düzen masaların etrafı bol sandalyeliydi.

Cam kenarında dört kişilik bir masa bir de duvar kenarında iki kişilik bir masa vardı, diğer tüm masalar altı, sekiz, on... Artık Allah ne verdiyse. Duvar dibindeki o iki kişilik masa var ya, daha henüz o masaya oturanı görmedim. Lokantanın “besleme” makamı gibi bir şeydi orası. İyice köşede, ışıksız, bakımsız, terk edilmiş, unutulmuş... Dört kişilik masaya tek başıma kuruluyorum, lokantanın besleme makamı iki kişilik masa tam karşımda.

Son zamanlarda kellepaça çorbaya sarmışım ve sakatatın kralı esnaf lokantasındadır aga! Şaşmayacaksın! Hani madem bok yiyeceksin, layıkıyla ye yani!

“Ne vereyim abi?” diyor, suratı mengeneyle ezilmiş de o şekil kalmış gibi garson.

“Kellepaça” diyorum.

Garsonla hiç göz temasımız yok.

“Acı?”

“Bol olsun, kurşun sıkar gibi” diyorum.

Acı dediğinin her türü boldur bu topraklarda, kellepaça nasibini almasın mı yani!

Esnaf lokantalarının bir diğer, belki de en büyük farkı, servis çok hızlıdır.

BİM işi peçeteyle kaşığı silmeye başlamıştım ki, silme işi bitmeden çorba önündeydi. Dumanı üstünde.

Önce çeyrek limon sıkıyorsun çorbaya...

Acı sosu şef koyar mutfakta, usuldendir.

Bol sirke, bol sarımsak...

Sonra hepsini bir güzel karıştır...

Yanında muhakkak yayık ayranı...

Yeme de yanında yat...

Bir iki kaşık içmiştim ki, damağımda düğün dernek, bizim İç Bükey girdi lokantaya... Gitti, o köşedeki besleme masaya bıraktı küçük çantasını ve tezgâha gidip seçti yemeğini. Sonra yemeğini alıp kendi servis etti masasına, kaşık çatalı da gidip kendi aldı, ekmeği de...

“Lokantanın sahibi mi?” diye sordum garsona, punduna getirip.

“Yok abi, ne sahibi. Senin gibi müşteri işte. Ne oldu ki?”

“Yok bir şey ya. Birine benzettim” dedim. Garson, çok da durmadı üzerinde, işine baktı.

Bir yandan muazzam çorbayı gömüyorum gövdeye, diğer yandan İç Bükey’i kesiyorum ince ince... İnce... İnce... İnce adam be, fiziği gibi... Bak, o kadar masa varken kalkıp en kıyıdaki masaya gitti. Kimsenin itibar etmeyeceği, hatta sadece boş bir o masa kalsa oturmayıp da başka lokantaya gitmeyi tercih edilecek tercihe rağmen, o masaya oturmak; öğlen vakti bu lokantanın bereketine saygısındandı işte.

Yemeğini kendisi taşımıştı masasına. Göz var izan var, tek garson koşturup duruyordu orta yerde, belli ki garsona kıyamadı yüreği.

Bakış açım değişiyor ve değiştikçe bambaşka anlamlar yüklüyordum şimdi İç Bükey’e. Hatta “İç Bükey” dediğime de bin pişmandım an itibarıyla.

Yemeğini bitirdi... Kaşık ve çatalı boş bardağın içine koydu, bardağı da tabağın içine koyup bulaşıkların içeri alındığı tezgâha bıraktı. Döndü. Islak mendille masayı sildi. Kasaya gidip hesabı ödedi.

“Bereketli kazançlarınız olsun” dedi, tam ağız gülümseyerek, tane tane ve bir ölünün bile duyacağı kadar net bir sesle. Hayret, ağzı kocaman ve çirkin, sesi de öyle bağır bağır değildi şimdi!

Tanışıp özür dilemeliyim. Vicdanımı rahatlatmam gerek. Peşinden yetişiyorum. Elimi uzatsam dokunacak mesafedeyim. Uzatmıyorum. Dokunmuyorum.

“Pardon” diyorum.

Tırp diye dönüyor. Elimi uzatıyorum tokalaşmak için.

“Ben...” diyorum, daha adımı söylemeden kocaman gülerek;

“Aaa tanıyorum ben sizi” dedi.

Ah!

Tanıyor tabi!

Nasıl tanımasın ki!

O gebeş döner ustasına tezahürat ettiğimde “Ağzına sıçayım” der gibi baktığı adamım işte. Bir şey dememe ya da sormama fırsat olmadan devam etti.

“Geçen ay, şu dönerci üstüme yürüyünce bir tek sen benden yana olmuştun!”

“Hö?”

“Aha şimdi boku yedi hırt demiştin de eli bıçaklı herifin gözünde beni yüceltmiştin. Gerçi kavga mavga etmem ben ya,yine de beni tanıyormuşsun da herifi harcayacakmışım gibi hava yaratman büyük iyilik ve cesaretti. Sana orda teşekkür edecektim ya, şimdi iş büyür herif sana saldırır diye çekindim. Gözüne bakmakla yetindim. Bakarak teşekkür etmek istedim. Hatırladın mı?” dedi.

Ses etmedim.

Sonra küçük çantasından sigara paketini ve çakmağını çıkardı. Paketin açık tarafını benden yana uzatıp sigara ikram etti. Kısa Camel ‘di sigarası ve çakmağı zippo...

“Kullanmıyorum” dedim.

“Hiç mi?” dedi.

“Yooo arada bir içerim” dedim.

“İç o zaman“ dedi.

Çakmak bildiğin namlu ve sigaranın ucu utancımın şakağıydı. Çakmakla ateş ettim şakağıma.

Geçmişi değiştirmek mümkün değil mi demiştim ta en başta?

Valla halt etmişim.

Geçmişi değiştirmek mümkündür!

Sadece bakış açınızı değiştirdiğinizde geçmiş de dahil birçok şey değişebilir.

Bakış açını değiştir... Şenlik başlasın!

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
bottom of page